12 Şubat 2014 Çarşamba

OFSAYT!

Koca koca gazetelerin köşelerini, televizyonların prime time saatlerini, internetin en cafcaflı sitelerinin manşetlerini süsleyen insanlardan bir dirhem de olsa vasatın üstünde zeka bekleyince haksızlık etmiş olmam herhalde.

Mevzuya çok hakimmiş ve etraflıca irdelemiş gibi büyük laflarla yazılar yazan bu abilerin okuyucularını aptal yerine koymasından ikrah ettim artık.

2011 Temmuz ayından beri sürecin birebir takipçisiyim ve bize “Gazeteci-yazar”, “Araştırmacı yazar”, “Aydın” diye dikte ettirilen tayfanın kıblesizliği, cehaleti ve körlüğü yetti.

Kendisini cumhuriyetin kollayıcısı ilan eden bu çakma solcu, karanlık aydın ve cahil bilirkişilerin her gün bir başka masalını dinliyor, sonra da kendi kendimizi yiyoruz: “Bu kadar da olmaz! PES!”

Yok arkadaş, o kadar da oluyor…

Bugün Yılmaz Özdil Trabzon’a bir mektup daha yazmış. Daha önce yazdığı içi boş detaylarla dolu ve hiçbir şey anlatmayan tek boyutlu mektubunu hepiniz hatırlıyorsunuz. O dönem, kendisine onun dilinden cevap vermiştik. Aldığı tepkilerden sonra da “Bir daha Trabzonspor konuşmayacağım” diyerek kenara çekilmişti. Fakat bugün o sözünü de yutarak mektubunun devamını yazmış. İlkinin gördüğü ilgiden memnun olsa gerek…
 
Özdil’in neredeyse 3 seneye ulaşacak şike sürecinde yazdığı yazıların sayısı bir elin parmağını geçmez. 

Bunlardan iki tanesi Trabzonspor’a Erdoğan Bayraktar üzerinden yüklenmekten ibaret. Bir tanesi de Aziz Yıldırım’ı halk kahramanı ilan eden abuk bir yazıydı “Fenerbahçeli olsam…” diyerek. Yine tek boyutlu, hükümeti eleştirmek isterken dünyadan bihaber yazılan sade suya tirit yazılardan.

Özdil ve benzerlerinin ellerinde Trabzonspor’un aleyhine kullanabilecekleri sadece tek bir veri var; Erdoğan Bayraktar’ın “Trabzonspor’un kupası için ince ayar çalışıyoruz” sözleri. Bunun dışında hiçbir şey yok. İbrahim Hacıosmanoğlu’nun bütün camiayı ayağa kaldıran ve tepki görmesini sağlayan miting katılımı süreci bu yazarların kast ettikleri biçimde etkileyebilecek bir hareket değildi zira ona gelene kadar mahkeme kararını çoktan vermişti.

Bayraktar bu sözleri 9 Ocak 2012’de söyledi. Yani tam 2 sene önce.

Şimdi sormak lazım Özdil’e, Bayraktar bu sözü söylediğinden bu yana, kupa konusunda Trabzonspor ne kazandı? Varsa ince ayar Trabzonspor’un ne şekilde işine yaramış olabilir? Başkanı Başbakan tarafından atanan TFF’nin kararları ve kupayı sahibine vermeme konusundaki ısrarı ortadayken, Trabzonspor Bayraktar’ın sözleriyle ne kazanmış Allah aşkına biri cevabını versin. Kupa hala Fener’in müzesinde. Biz mi yanlış biliyoruz?

Bu sözlerden bir süre sonra “Trabzon şehri kupayı unuttu, bu olayları geride bıraktı, artık önüne bakıyor” diyen de Bayraktar’dı. Bunları duymadı, görmedi mi Özdil?

Dediler ki her şey Aziz Yıldırım’ı bitirmek içindi. Yıldırım karşısında önce cemaat-hükümet ikilisini koydular. Herkes yüklendi de yüklendi hükümete. Aziz Yıldırım’sa bir mektup yazdı Metris’ten. “Başbakan’la aramızı açmaya çalıştılar, başaramadılar” diye.

Bir tek Bayraktar sözüyle Trabzon’a yüklenip duran Özdil ve diğerleri, 7 aylık kanunun sırf şikecilerin alacağı cezalar azalsın diye 3 parti tarafından ortak kararla bir gecede değiştirildiğini görmezler mi? Yüzlerce milletvekilinden söz ediyorum. “Ulan hepiniz oradaydınız be!”

Başbakan’ın Fenerbahçe’ye ceza vermemek uğruna “5 yıl Avrupa’ya gitmesek ne olur?” sözünden Özdil ne anlıyor?

Şike sahaya yansımadı çözümünü ortaya çıkaran Başbakan’ın atadığı TFF’ydi.

Kişilerle kurumları ayırma önerisini getiren de Başbakan’dı, uygulatan da.

E ne oldu sonra?

Hooop, bizim ulusalcılar bir anda ofsayta düştü. Nihat Genç’inden Yılmaz Özdil’ine kadar…

Sonra baktılar bu iş olmadı, döndüler cemaate. Cemaatin bir numaralı adamlarından Nihat Özdemir sürecin en etkili isimlerinden, Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım için verdiği mücadele ortada. Özdemir neler diyordu hatırlayalım:

29 Mayıs 2012 – Zaman Gazetesi Röportajı

-Cemaat size göre F.Bahçe'yi ele geçirmek istiyor mu?

“Son 11 ay F.Bahçe'nin başkanvekiliydim. Herhangi bir cemaatin, herhangi bir derneğin, herhangi bir siyasi görüşün, biraz daha genişleteyim yalnız cemaat değil, herhangi bir kesimin F.Bahçe'yi ele geçirmek, önümüzdeki kongrede bazı arkadaşları F.Bahçe yönetimine sokmak gibi herhangi bir hareketlerini, hiç hareketlerini görmedim. Ama maalesef yine medyamızda bazı arkadaşlarımız bunu serüven haline getirip birkaç yazı dizisi halinde kamuyounu yanlış yönlendirici hiç olmayan bir olayı maalesef gündeme getirdiler. Bu hem maalesef F.Bahçemize, Türkiyemize, hem cemaatse cemaate, yargı sürecine, içeride bulunan tutuklu arkadaşlarımıza tesir eden hiç yaşanmaması gereken konular olduğuna inanıyorum.11 ayda cemaat gelecek F.Bahçe'yi ele geçirecek gibi en ufak hareket, ima görmedik. Başbakanımız da bu konuya uçakta cevap vermiştir. Onun için bu konuları kapatalım. Çünkü benim 20 milyon taraftarım varsa bu 20 milyon taraftarımın 2-2.5 milyonu da cemaat mensubu arkadaşlarımızdır. Onlar da F.Bahçemizin başarılı olması için benim kadar iyi niyetli olarak onlar da dua etmişlerdir.”

Ee sonra ne oldu?

Ofsayt 2…

Şimdi hükümet cemaat karşı karşıya ve yine aynı senaryoyla yüz yüzeyiz.

Ne Özdil, ne Genç, ne de diğerleri okudu 7000 sayfa tapeyi.

Okuyan adam bu kadar tek taraflı ve kör şeyler yazmaz, söylemez.

Tutturdular bir türkü, söyle babam söyle…

Çık dışarıya az bir bak… Bir cevap ver mesela…

Sportif yargıyla adli yargıyı karşılaştır…

Dön UEFA’nın kararlarına bak. Dön CAS’ın kararlarına bak.

Hatta PFDK’ya bak yahu. O kadar çarpıtmaya, o kadar çabaya, o kadar çalışmaya rağmen “şike yoktur” diyemeyen TFF’ye bak. İbrahim Akın’ın aldığı cezanın gerekçesine bak. Diğerlerinin cezalarının gerekçelerine bak. Şikeyi teşebbüsle sınırlandırmaya çalışanların, “maç sonucunu etkilemekten” ötürü verdiği cezalara bak. Vermek zorunda kaldıkları cezaya bak…

Geçiniz arkadaş komploları, oyunları…

Bazen her şey sadece göründüğü kadardır. Basittir.

Aziz Yıldırım ve yöneticileri, menajerler aracılığıyla ya da direkt olarak, diğer kulüp başkan, teknik direktör ve oyuncularını ayartmak suretiyle Fenerbahçe kulübünün lehine şike yapmıştır.

Bu kadar.

Arkasında daha ne arıyorsun?

Şike yok diyebiliyor musun?

Hayır.

"Kupayı alma" diyorsun ama "kupayı hak etmiyorsun" diyebiliyor musun?

Hayır.

Bitti o zaman. Operasyonu kimin ne niyetle yaptığını tartıştığınız kadar suçu lanetlemediniz.

Trabzonspor’a kupayı alma diyene kadar şikeyi cezasız bırakmayın, futbolu temizleyin diyemediniz.

Diyemiyorsunuz.

Korkuyorsunuz.

Korkaksınız çünkü.

Hesaplısınız.

Maksatlısınız.

2010-2011 Şampiyonu Trabzonspor’dur.

UEFA, CAS, Mahkeme, Yargıtay ve en önemlisi vicdan onaylı…

Gerisi laf-ı güzaf.


Size hayırlı işler…

31 Aralık 2013 Salı

Danimarka'daki Sunum Metni

30 Ekim tarihinde Danimarka'daki Play The Game konferansında gerçekleştirdiğim sunumun İngilizce metni yaklaşık olarak aşağıdaki gibidir. % 95 oranda birebir Türkçe çevirisi de metnin altında yer almakta: 

İNGİLİZCE 

"I’m Gamze Bal. I’m a sports journalist representing Bordomavi.net Supporters’ Union and coming from Istanbul, Turkey.

Today I will try to describe you the real situtation in Turkish football and inform you about what had really happened in Turkey in the last two years since the beginning of one of the biggest corruption stories of European football. I guess the scandal seems to be handled in a proper way from a distance. However, the truth is that: it does not.

There are various definitions for match fixing but what I like most is the one Graham Peaker, the UEFA  intelligence officer, used: in a poetical way, he describes match fixing as “cheating to lose.” However, in some parts of the world like Turkey, “the art of losing isn’t hard to master” if you possess three critical powers, which are:

Politics, Economics and Media.

The main party of Turkish match fixing scandal was holding all of these three and made really good use of them…

In July 2011, the police investigation uncovered an organized crime syndicate that was involved in fixing several games. Fenerbahce SK was at the center of the scandal, whose board members were charged with fixing 12 matches in spring 2011 which led Fenerbahçe to win the title ahead of Trabzonspor with an unbelievable 16 wins out of 17 games. Dozens of officials including Aziz Yildirim, chairman of Fenerbahce, were arrested and several players, managers and agents were also charged in match fixing probe. After a whole year, the criminal court gave its verdicts in 2nd July 2012 and sentenced 21 suspects for manipulating the results of matches in 2010-2011. You can see some of the sentences behind.

Although the match fixing activities in Turkish Super League and second division were proved, the sport jurisdiction were manipulated to save the clubs from getting deserved sentences. The laws, regulations, instructions and reports were changed, activities of individuals and legal entities were differentiated and thereby the clubs benefited from the fixing activities of their officials were cleared which sounds unbelievable.
Fenerbahce and Besiktas were proven guilty as charged by the disciplinary bodies of the UEFA and they were punished. However, Turkish Federation is unwilling to readjust its unfair and unreasonable decisions due process of law.

We can narrow down the process of clearing the match fixer clubs with 3 decisive steps guided by both political and economical desires together with the help of corrupted media.

Turkish Football Federation was ruled by a former Fenerbahce board member, Mr. Mehmet Ali Aydınlar, while the scandal erupted. 6 months later, he resigned and told on several TV programmes that he did not want to be the president who relegated Fenerbahce and not surprisingly, he announced last week that he runs for presidency of Fenerbahce.

In February 2012, he was replaced by Mr. Yildirim Demirören, the chairman of investigated and convicted Besiktas JK. The vice president and manager of Besiktaş were sentenced to years in prison for match fixing offences and Mr. Demirören was leading the team while this corruption took place. In 2010-2011, during his presidency of Beşiktaş, he claimed that there was match fixing in Turkey and somehow Fenerbahce was supported illegaly to become champions. These words of him are still on the official web page of the club. But all of a sudden, when he became the president of federation, he has forgetten all... He was the name Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan appointed as the new leader of Turkish football…

Here I have to digress from my point a little to express the overall approach of Turkish politicians to the case. In November 2011, Turkish parliament gathered to amend the Sports Law no 6222 “The Prevention of Violence and Disorder in Sports” that came into effect just 7 months ago. Eventually, all sentences that penalise crimes in sports including mainly match fixing were reduced. This was a heartbreaking time for true football lovers since it was very obvious why the amendment were done in such a hurry…

First job of the new federation was to change the disciplinary committees. Members of Professional Football Discipline Committee and Ethical Committee were replaced. These changes followed by amendments of disciplinary codes that covered relegation punishments for match manipulation and attempts.

Fenerbahce officials, leading newspapers and journalists were forcing federation to change these regulations claiming that Turkish football economy would sink otherwise, I mean, in case of relegation penalties.
And in March 2012, Turkish Prime Minister Recep Tayyip Erdogan offered a suggestion to Michel Platini during UEFA congress in Istanbul. Mr. Erdoğan stated that individuals involved in match-fixing should face punishment, warning that sanctions against football clubs could mean punishment of millions of fans. This idea of the most powerful man in Turkey pointed the method of how the federation should solve the problem and keep the fixer clubs in top division.

As a matter of fact,  the federation respectively changed the Article 24 and then, in 30th April 2012, the code 58 crossed out the relegation penalty for clubs regarding “match fixing attempts.” Please pay attention to the detail… “Relegation penalty for match fixing attempts…” was crossed out of the discipline procedures.

President Demirören created a new term and claimed that “match fixing activities were not reflected in to the pitch.” His perspective, however, contrasts with UEFA Disciplinary Regulations and leading cases of CAS. 
In May 02, brand-new and guided Ethical Committee announced its final report and limited the match fixing activities with merely “attempts” ignoring the first report which said there were match fixing in 11 games and attempts in 3 others. As I said a few seconds ago, the relegation penalty for match fixing attempts were crossed out just two days before the new report :) The committee concluded that “alleged attempts to fix games had not altered the course of the matches.”

Later on, Professional Football Discipline Committee punished officials, players, managers and employees of 6 clubs over attempting to fix the results of matches although it claimed that professional clubs could not be blamed over individuals’ activities and cleared them all. "There is no reason for punishment since the elements of the alleged disciplinary violation have not materialised," the federation said in its statement. This irrational description of match fixing could mean the end of integrity, which is the most valuable commodity in sports.
As it is very clear, the renewal of federation and the interventions of politics reversed the match fixing storm and directed it in favour of Fenerbahce.

Recognized with their passion for the game, Turkish people are now feeling what they watch is not football, it is just a free theatre performed by million-dollar players. They lost their faith to the authorities in Turkey. Stadiums are full of posters and cheerings referring match fixing in almost every game and clashes between fans are very common. Trabzonspor fans, particularly, are expecting their title to be registered.
Tireless fans struggle to maintain their legitimate campaign against corruption in this lovely sport and try to keep the case on the agenda. They organize demonstrations in several countries of Europe and hold protests outside the headquarters of UEFA, FIFA and TFF. Millions of complaints are sent to UEFA and FIFA. Yes, UEFA excluded Fenerbahce and Besiktas from editions of European tournaments but the decision making process was inconceivably too long. The final verdicts are true but partial. UEFA is yet to make its decisions on individuals. The leading football authorities should act as soon as possible to kick corrupted figures out of Turkish football. In Poland, Germany, Italy, Portugal, Macedonia, Finland, Greece and many more European countries, match fixer clubs were relegated and the officials were banned for life from football. So we can ask here, what was the worse thing Olympiakos Volou has done to be relegated to the semi professional league in Greece? What did Juventus do so inexcusable? Does anyone remember Finnish football club Tampere United who was indefinitely suspended from football for accepting payments from a person known for match-fixing? Or let me ask in another way... What keeps match fixer clubs in top division in Turkey? How can Aziz Yıldırım still be the chairman of Fenerbahce officially? Why does UEFA play for time? Another question... What was the crime of Salzburg that was forced to play against Fenerbahce and lost its possible chance to play in Champions League? One can easily multiply the questions... But I don’t have that much time. I hope I made my point here.

In his work “Thoughts” Pascal states that – I’m quoting here, “We cannot give might to justice, because might has gainsaid justice and has declared that it is she herself who is just. And thus, being unable to make what is just strong, we have made what is strong just.

This passage is the summary of what happened in Turkey in the last two years. The might of possessing political support, economical potential and media contribution determined what is just in Turkish football ignoring the crucial results it may lead to.


And now, as i said before, football authorities should act as soon as possible to settle the justice in Turkish football through law enforcement. Otherwise, the most popular game in sports will gradually become more of a fairy tale than a fair play in Turkey."

TÜRKÇE 


Merhaba, ben Gamze Bal. Gazeteciyim, Bordomavi.net taraftarlar birliğini temsil ediyorum ve istanbuldan geliyorum.

Bugün size Türkiye’deki gerçek durumu anlatmaya ve Avrupa futbolunun en büyük skandallarından birinin başından bu yana son iki senede Türkiye’de gerçekten ne olduğu konusunda bilgi vermeye çalışacağım. Zannederim ki skandal uzaktan bakıldığında doğru bir şekilde ele alınmış görünüyor ancak gerçek bu değil.
Bildiğiniz üzere şikenin birçok farklı tanımı var ancak benim en çok sevdiğim, UEFA yetkilisi Graham Peaker’ın tanımı. Kendisi şikeyi daha şiirsel bir biçimde “kaybetmek için hile yapmak” olarak tanımlıyor. Ancak dünyanın bazı bölgelerinde, Türkiye gibi, eğer şu üç kritik gücü elinizde bulunduruyorsanız, kaybetme sanatının üstesinden gelmek o kadar da zor değil. Bunlar:

Siyaset, ekonomi ve medya gücü.

Türkiye’deki şike skandalının baş öznesi bu üçlünün tamamını elinde bulunduruyordu ve hepsinden de iyi biçimde faydalandı.

Temmuz 2011’de, polis soruşturması birçok maçta şikeye karışan bir organize suç örgütünü ortaya çıkardı. Fenerbahçe kulübü skandalın merkezindeydi ve yöneticileri bahar 2011’deki 12 maçta şike yapmayla suçlanıyordu; sonucunda Fenerbahce, 17 maçta 16 galibiyetlik inanılmaz bir seri ile Trabzonspor’un önünde ligi şampiyon tamamlamıştı. Fenerbahçe kulübü başkanı Aziz yıldırımın da aralarında bulunduğu onlarca yönetici göz altına alınmış, birçok oyuncu, teknik director ve menajer de şike soruşturmasında suçlanmıştı. Bir tam senenin üzerine, mahkeme 2 Temmuz 2012’de kararlarını açıkladı ve 21 kişiyi 2010-2011 sezonu maçlarını manipüle etmekten ötürü cezalandırdı.

Türkiye süper ligi ve birinci ligindeki şike eylemleri kanıtlanmış olmasına karşın, sportif yargı kulüpleri hak ettiği cezaları almaktan kurtarmak amacıyla manipüle edildi. Yasalar, yönetmelikler, kurallar ve raporlar değiştirildi, kişiler ve kurumlar birbirinden ayrıldı ve böylece kendi yöneticilerinin şike eylemlerinden faydalanan kulüpler, kulağa inanılmaz gelse de aklandı.

Fenerbahçe ve Beşiktaş UEFA’nın disiplin komiteleri tarafından da suçlu bulundu ve cezalandırıldı. Ancak Türkiye futbol federasyonu verdiği adaletsiz ve mantıksız kararları hukuka uygun bir biçimde düzenlemek niyetinde değil.

Şike yapan kulüpleri aklama sürecini, siyasi ve ekonomik arzular ve kirli medyanın desteğiyle şekillenen üç temel adımla özetleyebiliriz.

Türkiye futbol federasyonu, şike skandalı patladığında eski Fenerbahçe yönetim kurulu üyesi ve tutkulu bir taraftar olan Mehmet Ali Aydınlar tarafından yönetiliyordu. Aydınlar 6 ay sonar istifa etti ve akabinde çeşitli televizyon programlarında Fenerbahçe’yi küme düşüren başkan olarak anılmak istemediğini ifade etti. Ve hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, geçtiğimiz hafta Fenerbahçe başkanlığı için adaylığını açıkladı.
Şubat 2012’de, Aydınlar’ın yerini Yıldırım Demiröre aldı. Demirören, ceza alan beşiktaşın başkanıydı. Beşiktaş’ın as başkanı ve teknik direktörü de şike suçlamalarıyla çeşitli yıllarda cezalara çarptırılmıştı ve bu olaylar yaşandığında Demirören kulüp başkanlığı yapıyordu. Kendisi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Türk futbolunun yeni lideri olmasını istediği isimdi.

Bu noktada biraz konudan saparak, Türk siyasilerin konuya genel yaklaşımını belirtmek istiyorum. Kasım 2011de, Türk parlamentosu toplanarak, henüz 7 ay önce yürürlüğe konan 6222 nolu Sporda şiddet yasasını değiştirdi. Bunun sonucunda, başta şike olmak üzere, tüm spor suçlarının cezaları düşürüldü. Hakiki futbolseverler için bu içler acısı bir durumdu size yasa değişikliğinin bu kadar alelacele yapılmasının sebebi çok açıktı.

Yeni federasyonun ilk işi disiplin komitelerini değiştirmek oldu. PFDK ve Etik komitesi üyeleri değiştirildi. Bunun arkasından, maç sonucunu etkilemek ya da teşebbüste bulunmak suçlarına yönelik küme düşme cezalarını da kapsayan disiplin maddeleri de değiştirildi.

Fenerbahçe yöneticileri, önde gelen gazeteler ve gazeteciler federasyonu bu disiplin kurallarını değiştirmeye zorluyor, aksi takdirde Türk futbol ekonomisinin batacağını iddia ediyordu. Yani küme düşme cezalarının verilmesi halinde.

Ve mart 2012de, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’daki UEFA kongresi sırasında Michel Platiniye bir öneride bulundu. Erdoğan, şikeye bulaşan kişilerin ceza alması gerektiğini, ancak futbol kulüplerine verilecek cezaların milyonlarca taraftarın cezalandırılması anlamına geleceğini söylüyordu. Türkiye’nin en güçlü adamının bu fikri, federasyonun şike sorununun çözüm ve şike yapan kulüplerin ligde tutulmasının yöntemini işaret ediyordu.  

Sonuç olarak, federasyon önce 24. Maddeyi, arkasından 30 nisan 2012’de 58. Maddeyi değiştirdi. 58. Maddedeki “şike teşebbüsü” için küme düşme cezası çıkarıldı. Lütfen buradaki detaya dikkat edin. “Şike teşebbüsüne küme düşme cezası” disiplin prosedürlerinden çıkarılıyordu…

Bu sırada başkan Demirören yepyeni bir terim yaratıyor ve şike eylemlerinin sahaya yansımadığını iddia ediyordu. Ancak bu bakış açısı, UEFA Disiplin yönetmelikleri ve CAS’ın önde gelen davalarındaki tutumuyla çelişiyordu. 

2 Mayısta, yeni ve güdümlü Etik Komitesi son raporunu yayınları da şike aktivitelerini yalnızca “teşebbüsler” ile sınırlandırdı. Bu, 11 maçta şike ve 3 maçta teşebbüs olduğunu söyleyen ilk raporla çelişiyordu. Az önce belirttiğim üzere, şike teşebbüsü için küme düşme cezası yeni rapordan sadece iki gün önce ortadan kaldırılmıştı. Komite, iddia edilen teşebbüslerin maç sonuçlarını etkilemediğini söylüyordu.

Daha sonrasında PFDK 6 kulübün yönetici, oyuncu, teknik direktör ve çalışanlarını maç sonuçlarını belirlemek suçundan cezalandırdı ancak profesyonel futbol kulüplerinin kişilerin eylemlerinden ötürü sorumlu tutulamayacağını iddia ederek kulüplerin hepsini akladı. “Disiplin ihlal unsurlarının gerçekleşmediği gerekçesiyle cezaya gerek görülmemiştir” deniliyordu federasyon açıklamasında. Bu akıl dışı şike tanımı, sporun en önemli varlığı olan doğruluk kavramının sonu anlamına geliyordu.

Açıkça görüldüğü üzere, federasyonun yenilenmesi ve siyasilerin müdahaleleriyle şike rüzgarı yön değiştirmiş ve şike yapan kulüplerin lehine eser olmuştu.

Futbola düşkünlükleriyle bilinen Türk taraftarlar artık izledikleri şeyin futbol olmadığını, sadece milyon dolarlık oyuncularca icra edilen bedava bir tiyatro olduğunu düşünüyorlar. Türkiye’deki otoritelere olan inanç kaybolmuş durumda. Stadyumlar her maçta şike pankartları ve tezahüratlarıyla dolu, taraftarlar arasındaki kavgalar olağan kabul ediliyor. Özellikle Trabzonspor taraftarları şampiyonluklarının tescil edilmesini bekliyor.
Yorulmak bilmeyen taraftarlar, bu güzel spordaki kirlenmeye karşı yürüttükleri haklı mücadelelerini sürdürmeye ve şike konusunu gündemde tutmaya çalışıyorlar. Avrupanın çeşitli ülkelerinde eylemler düzenliyor, UEFA FIFA ve TFF merkezleri önünde protestolar yapıyorlar. UEFA ve FIFA’ya milyonlarca şikayet gönderiyorlar. Evet, UEFA Fenerbahce ve Besiktası Avrupa kupalarından men etti fakat karar verme süreci anlaşılmaz bir biçimde uzundu. Verilen kararlar doğru ancak eksikti. UEFA hala kişilerle ilgili kararlarını vermiş değil. Önde gelen futbol otoriteleri bir an önce harekete geçmeli ve kirli figürleri Türk futbolunun dışına itmelidir. Birçok paralel örnek gösterebiliriz. Polonyada, almanyada, portekizde, italyada, makedonyada, finlandiyada, yunanistanda ve birçok başka Avrupa ülkesinde şike yapan kulüpler küme düşürülmüş ve şike yapan kişiler de futboldan ömür boyu men edilmiştir. Bu noktada şu soruları yöneltebiliriz: Olympiakos Volou, Yunanistan amatör ligine düşürülmek için şikeden daha kötü ne yapmıştı? Juventus’un affedilmez suçu neydi? Herhangi biriniz, şikeyle tanınan bir kişiden para aldığı gerekçesiyle futboldan ömür boyu men edilen, tescili iptal edilen Finlandiya kulübü Tapmere United’ı hatırlıyor musunuz? Ya da başka bir biçimde soralım… Türkiyede Şike yapan kulüpleri ligde tutan nedir? Bunun arkasındaki güç kim? Nasıl olur da Aziz yıldırım hala Fenerbahçe’nin resmi başkanı olabilir? UEFA neden zamana oynuyor? Soruları kolaylıkla çoğaltabilirsiniz. Ama yeteri kadar vaktim yok. Umarım ne demek istediğimi anlatabilmişimdir.

“Düşünceler” adlı eserinde Pascal şöyle der: “gücü adalete veremedik, çünkü güç, adalete karşı çıkıp kendisinin adil olduğunu söylemişti. Haklı olanı güçlü kılamadığımız için de güçlü olanı haklı kıldık.”

Bu pasaj, son iki yılda Türkiye’de neler olduğunun özeti. Siyasi destek, ekonomik potansiyal ve medya desteğini elinde bulundurmanın gücü, yaratacağı sonuçlara karşın, Türk futbolunda neyin adil olduğuna karar vermiştir.

Ve işte, daha önce de dile getirdiğim gibi, futbol otoriteleri bir an önce Türk futbolunda hukuka uygun bir biçimde adaleti sağlamalıdır. Aksi takdirde, en çok sevilen spor Türkiye’de yavaş yavaş adil oyun olmaktan çıkarak peri masalına dönüşecektir.


                

9 Aralık 2013 Pazartesi

Bitti

Futboldan, futbolla ilgili yazı yazamayacak kadar soğudum.

Takriben ortaokuldan bu yana futbolla iç içeyim. Koyu Trabzonsporlu bir baba, iki erkek kardeş, amca ve dayıoğullarıyla beraber, hep erkeklerin arasında, biraz da onlara benzeyerek büyüdüm. Zaman içerisinde onların sohbetine o kadar alıştım, yaklaşımları o kadar aşina gelmeye başladı ki, bir aile toplantısı olduğunda kadınların yanında durmaktansa babamın dizinin dibinde, amcalarla bir yetişkin gibi konuşmayı tercih eder oldum. Çünkü onlarla konuşacak çok fazla şeyim vardı, onlara söyleyecek çok sözüm vardı. Futbol, hayatımdaki en önemli adam olan babamla daha fazla konuşabilme fırsatını vermişti bana. Onunla daha çok vakit geçirmeyi, onun beni daha fazla dinlemesini sağlıyordum futbola biraz daha yaklaştıkça. Onu daha çok dinleme, onu daha iyi anlama şansım oluyordu. O bana Trabzonspor’u anlatıyor, ben onun Trabzonspor’unu seviyor, biz Trabzonspor’a daha çok sarılıyorduk beraber. Nitekim ilk maçıma onun elini tutup gittim. İlk formam ondandı. Futbolu hayatıma bu kadar fazla katarken, en büyük destekçim oydu. Futbola dair bir meslek seçerken de öyle. Seçtikten sonra da… “Futbol asla sadece futbol değildir” sözü çok doğru olmakla beraber fazlasıyla da izafi. Futbol sadece futbol değildi benim için evet. Futbol, babasına hayran bir kız çocuğunun, onunla daha fazla vakit geçirebilmesini sağlayan bir araçtı aynı zamanda. Futbol bir yetişkin gibi kabul edilmekti. Bir kız çocuğu olarak erkeklerin oyunu olarak bellenmiş bu spora hakimiyetinle insanları şaşırttığın, farklılık yarattığın, hafızalara kazındığın bir şeydi futbol. Ortaokulda akran hemcinslerin şiir defterleri, günlükler tutarken, senin hafta hafta tüm detaylarını ve yorumlarını yazdığın maçlarla dolu Trabzonspor ajandan olmasıydı. Yazdığın her satıra bir parça bordo mavi katmaktı futbol. Mektuplar yazmaktı, marşlar yazmaktı, ona dair her şeyi içer gibi okumak, izlemekti. Takım ismi önemsiz olmak üzere, kadroları baştan aşağıya tek tek sayabilmekti. Bir kız çocuğu olarak, gazeteye en arka sayfalardan başlamaktı. Bu “erkek oyununda” bir karşı cins olarak kendini bulmak, varlığını sergilemek, tabuları yıkmaya çalışmaktı.

Lise bitti. 17 yaşındaydım. Bordomavi.net’le tanıştım. 17 yaşından bu yana geçen 8 senede futbol ve Trabzonspor namına ne varsa içinde oldum… Doydum… Ne yazık ki çok doydum…

Son aylarda farkına vardım bu durumun.

Aslında doyumum hep hobim olan futbolu işim olarak seçmemle başladı belki de. Tarih 2010’du. Trabzonspor şampiyonluğa koşuyordu. Ben uyanık olduğum her anı futbolla geçiriyordum, yoruluyordum. Ama şampiyonluğun heyecanı diri tutuyordu futbola olan ilgimi. 2011 Mayıs’ında içimde paramparça oldu bir şeyler. Çok canım acıdı. Fakat o acı, futbola bağlılığımı da ayakta tutan en önemli şeydi. Derken Temmuz geldi. Neler olduğunu herkes biliyor… Yeni bir umut, bir dirilme olabilirdi. Ne yazık ki süreç sonunda bu dirilmenin zerresini dahi bulamasak da, içi boşalmış adalet sözleriyle avutulmuş ve umudumuz yitmiş olsa da, o dönemde futbolla bağımı koparmamak için yepyeni bir fırsat çıkmıştı önüme… Şike… Peşine düşecektim. Günlerim, gecelerim, saatlerim artık hep onunla geçecekti. Geçti… 2 sene… Neredeyse tam mesai. Tapeler ilk çıktığında, tamamını okuyan çok sayılı kişilerden biriydim muhtemelen. Avukatlar, Sabah gazetesi editörleri, ben ve birkaç kişi daha belki. O kadar tapeyi başka çılgınların zaman ayırıp okuduğunu sanmam. Gecem gündüzüm futbolun kirli figüranlarının küfür kıyamet alçaklıklarını okumakla geçiyordu. Rastladığım her yeni pisliği sosyal medyada paylaşıyor, haberlerini yazıyor, herkesin olan biteni görmesine katkıda bulunmaya çalışıyordum. Haftalarca okudum. Sonra yazdım… Yazdım… Hep yazdım… Çakma futbolsever yazarlara da yazdım, yalancı yorumculara da, sahtekar otoritelere de yazdım, kirli siyasete de, tüm alçak kurumlara da… Hepsine yazdım. Hiç kimseyi, hiçbir kitleyi kayırmadan, sözümü esirgemeden yazdım. Tepki gördüm. Düşmanlar kazandım. Mesleğimde başka alanlarda devam etme şansımı zayıflattım. Ama umursamadım. Yazdım… Hep yazacak bir şeyler vardı. Hep bir alçaklık çıkıyordu önümüze… Yapılan her şike organizasyonuna destek vermeye çalıştım. Peşine düştüm. Yabancı basını takip ettim gün be gün. Tercümeler yaptım. Araştırmalar yaptım. Karşılaştırmalar yaptım. Gözden kaçanları fark etmeye çalıştım. Çabaladım. Yazdım… Yine yazdım… Sıkıldıkça, bunaldıkça yazdım. Unutmamaya ve unutturmamaya çalıştım kaybedilenleri… Mustafa abiyi yazdım sık sık. Bir gün duyulsun artık diye diye… Bir gün duyuldu… En mutlusu bendim… Devam ettim yazmaya… Sonra bambaşka bir fırsat çıktı karşıma. Beni futbola bağlayan son bir heyecan. Danimarka… Hazırlanan bir makale, bir davet, bir yolculuk, heyecanlı bir sunum… Birkaç ayım da böyle geçti işte… İlgi insanı diri tutuyordu. Egolarımızın mahkumlarıyız. İlgi var ya, insanı harbiden dipdiri tutuyordu. Teşekkürler, tebrikler anlamlıydı… Ama bir gün… Bir gün bitti…

Danimarka’dan döndüm. Tükenmiştim.

Tükendim.

Şu an futbola dair hiçbir şeyin anlamı yok gibi. Yeşil zemin görünce yüzümü buruşturuyorum. Önce Anadolu kulüplerinin maçlarını izlemeyi bırakmıştım, sonra İstanbul’un ve en son ona sıra geldi… Ne acı… Trabzonspor’un maçlarını dahi izleyemez oldum… Gününü, saatini şaşırır oldum, gollerine yeterince sevinemez, heyecanını duyamaz, mağlubiyetine yeterince üzülemez oldum. Soğudum… Buz gibi soğudum…

Belki bunca zamandır yaptıklarımızın yönetimler bazında ayaklar altına alınmasıydı bu soğuma evresine hız kazandıran, belki de gerçekten yılların yorgunluğu. Ama saçmalıyorum belki de… Şımarıkça bir şey de olabilir bu… Ömrünü futbola adayıp hala onun peşinde olanlara bakıp, “yılların yorgunluğu” demenin o kadar da mantıklı olmadığını görüyorum. Burası o kadar karanlık, bu oyun artık o kadar çirkin ki... Olmuyor. Sebeplerim çok. Evet biliyorum. Ama açıklayamıyorum… Belki karakterle alakalı bir şey bu. Bunca zaman zorladım, devam edemiyorum.

Bunun üstesinden gelebilir miyim, yeniden futbola ve Trabzonspor’a sarılabilir miyim bilmiyorum.

Şaka değil.

Tükendim.

Bitmiş hissediyorum.

Her şeyi bitirmiş hissediyorum… 

15 Ağustos 2013 Perşembe

1983... Hafızalardan Silinmeyecek Inter Zaferi...

Sene 1982-83 sezonunu Fenerbahçe’nin 2 puan gerisinde ikinci sırada tamamlayan Trabzonspor, bir sonraki sezon UEFA Kupası’nda mücadele etme hakkı kazanmıştır. Bordo mavililer bu kez çok zorlu bir rakiple eşleşmiştir: İtalyan devi Inter.

Trabzonspor’un Inter’le eşleşmesinin ardından Milliyet gazetesi Inter’i kampında ziyaret etmiş ve güzel röportajlar yapmış. Bu röportajlarda teknik direktör, defans oyuncuları Collovati ve Bergomi, (İtalyan milli takımının da vazgeçilmezlerinden, ayrıca o dönemde halen İtalyan ordusunda da askerler) ortak ağızla “rakibimizi tanımıyoruz, işimiz zor, inşallah şanssız bir yenilgi almayız” diyorlar…

Inter’in yeni transferi Ludo Coeck ise “Trabzon’da işimiz zor. Hele Liverpool’un maç kaybettiğini duyunca uykularım kaçıyor” ifadelerini kullanıyor kura sonrası…

Teknik direktör Gigi Radice “Bugüne kadar Trabzonspor’u hiç izlemedim. Ama kalecileri ve takım kaptanı Şenol’un sık sık ismini duyuyorum. Bazı futbolcularım da tanıyorlar.” derken, en dikkat çekici sözleri ise şu oluyor:



Inter idari menajeri Mazolla ise maçtan önce oldukça iddialı. “Trabzonspor galibiyetini Boğaz’da rakı içerek kutlayacak zamanımız var” diyor Mazolla. “Milli takımın ve Trabzonspor’un kalecisinden bahsediliyor ama bizde Müller ve Altobelli gibi futbolcuları sanırım anlatmaya gerek yok” ukalalığından da vazgeçmiyor. Inter takımının en çok tanıdığı ismin de Şenol Güneş olduğunu anlıyoruz bu açıklamalarla…

Inter Trabzon’a şu kafileyle geliyor: Zanga, Ferri, Pasinato, Bergomi, Baretti, Collovati, Bini, Coeck, Hans müller, Altobelli, Marini, Sabato, Racchi, Serena, Baggelossi, Muraro, Bernazani, Meazza.

Galibiyet halinde 250’şer bin lira primin dağıtılacağı maçı Başkan Mehmet Ali Yılmaz “Liverpool’a yaptığımız azizliğin Inter için de tekrarlanması mümkün”  şeklinde yorumluyor…

Inter'in 1983-84 kadrosu...






ÖZYAZICI: MAHCUP OLDUK 

Bu arada çok hoşuma giden bir detayı da paylaşmak istiyorum. Trabzonspor’un Inter’le eşleşmesinin ardından oynadığı Boluspor maçı sonrasında Ahmet Suat Özyazıcı’nın bir açıklaması var ki evlere şenlik… Trabzonspor o maçta rakibine 1-0 mağlup oluyor. Tribünlerde de Inter gözlemcisi var. Özyazıcı aynen şu cümleyi kuruyor: “Bu maçta bizi izlemeye gelen İtalyan Inter takımının gözlemcisine de mahcup olduk.”

Nihayet maç günü geliyor. Aynı gün Papa’nın Türk kuşatması için “O gün Viyana’da sadece Viyana değil, tüm Avrupa ve Hristiyan dünyası savunulmuştu” demesi de ayrı bir ironi olarak duruyor.
Trabzonspor maçı Tuncay Soyak’ın 88. Dakikasındaki muhteşem golüyle 1-0 kazanıyor… Bu, Türkiye'nin futbolda İtalyan takımlarına karşı aldığı ilk galibiyet oluyor. 


Maça dair TRT belgeseli: http://www.youtube.com/watch?v=wY-HJNp9sWA

Diğer temsilcilerden Fenerbahçe mağlup olmuş, Mersin ise berabere kalmıştır... 

Milliyet gazetesinde maçla ilgili şu yorum yapılıyor:

“Daha Türkiye liginde boy göstermeye başlayalı 10 yıl olmayan Trabzonspor,  Liverpool zaferinin bir tekrarını yaşatırken, gün geçtikçe karanlıklaşan Türk futboluna bir mum ışığı ferahlığı verdi.”

Fenerbahçeli spor yazarı Devrim Sağıroğlu: 

“Çünkü Trabzonsporlu hırslıdır, inançlıdır, her şeyin ötesinde çok da inatçıdır. Güç işlerin üstesinden gelmeye bayılır…”

“Bu aslında bir gol değil, “Olmazın, olmaz” olduğunun kanıtı. Karadenizlinin “olanaksızlığı” tanımadığının kanıtı… Trabzonspor gerçeğinin kanıtı…”

Teknik direktör Ahmet Suat Özyazıcı maç sonrası şu ifadeleri kullanıyor: “Inter gözümüzde büyüttüğümüz kadar değilmiş. Trabzonspor büyüklüğünü büyük  maçta gösterdi.”

Rövanş öncesi İtalyan gazetesindeki karikatürden:
Anneciğim! Türkler geliyor!
Inter hocası ise umutsuz: “Tur için umutsuzum. İtalya’da işimiz zor. 9 numaralı Hasan’ı çok beğendim. İtalya’ya düşünceli dönüyorum.”

Sıkıntılı bir lig başlangıcı yapınca peş peşe gelen Beşiktaş ve Inter maçları için “Önce sözlü, sonra yazılı” diyen Özyazıcı, iki galibiyetin ardından göğsünü gere gere konuşuyor o gece:  Sözlüyü de yazılıyı da verdim. Başka sınav var mı?

Golün sahibi Tuncay: “Bu moralle beni kimse durduramaz. Gol atacağımı biliyordum.

İtalyan gazeteleri de maçtan sonra Trabzonspor’un iyi bir takım olduğunu ve İtalyan liginde rahatlıkla orta sıralarda yer alabileceğini yazıyorlar.

RÖVANŞTA HAKEM REZALETİ

İlk Inter maçı öncesi gazetenin FB ve
Trabzonspor'a ayırdığı yer farkı...
İkinci maç öncesinde takım umutlu. Zor da olsa başarabiliriz düşüncesinde… Gazeteler Trabzonspor’a güveniyor. Gelgelelim büyük bir hakem rezaleti sonucunda Trabzonspor iki şaibeli golle turu kaybediyor… Ceza alanı dışında yapılan faule penaltı çalan hakem Inter’in 1-0 öne geçmesine vesile olurken, ikinci golde de kaleci Şenol Güneş’e atılan yumruk es geçiliyor ve maç 2-0 tamamlanıyor.

Maç sonrası Aydın Begiter şöyle yazıyor Hakem Rezaleti başlıklı yazısında: “Yıllardır futbol dünyasının içinde çok hakem rezaletlerine şahit olduk. Ama dün geceki “Elbisesi gibi, ruhu ve vicdanı bu kadar kara” olanını ilk defa gördük.

Şimdilerin Beşiktaşlı TV yorumcusu Kaya Çilingiroğlu’nun çok iyi bir Trabzonsporlu olan babası Prof. Dr Kaya Çilingiroğlu ise “Inter top oynamadı, tekme tokat attı” diyor.

Maçı yorumlayan teknik direktör Ahmet Suat Özyazıcı durumu şöyle özetliyor: “Bu ortamda maçı ve turu geçmemiz söz konusu değildi. Benim yapabileceğim sahadaydı, saha dışına ben karışamam…”

Şenol Güneş de bir sonraki gün yediği golü şöyle anlatıyor: “Hakemin yanlış kararları bizi yıktı. İkinci golü yemeden önce topa çıkmıştım. Sağ gözümün altına bir yumruk geldi, neye uğradığımı şaşırdım. O anda gol oldu.”

İtalyan basını da durumun farkında. Ertesi gün çok çarpıcı başlıklar var. Birkaç örnek:

Corriera Della Sera: “Inter Trabzon’u önce dövdü, sonra yendi.”
Corriera della Sport: “Hakem Inter’e yardım elini uzattı.”
Il Messagero: “Hakem Inter’in bütün sertliklerine göz yumdu.”

İtalyan milli takımı eski teknik direktörü Fabri: “Sanırım hakem bir hayli torpilli idi.”

Maçın ertesi günü Milliyet...

"GAYE VASITAYI MEŞRU KILACAK..."

Maçtan iki gün sonra yine Prof. Dr. Kaya Çilingiroğlu’nun bir köşe yazısı var konuya dair. O günden bugünlere ışık tutan bir yazı adeta. Önemli bölümlerini paylaşmak isterim:

“Spor artık bilinen anlamını kaybetmiş ulusların propagandasını yapan ve kişilere çıkar sağlayan bir OYUN olmuş. Herkesin gözleri önünde oynanan bu tiyatroyu durduracak güç de yok sanırım… Trabzonspor’un değil spor, hatta insanlık dışı sanırım bu konuda saldırılarla 30 bin kişinin gözleri önünde saf dışı kalışı bu konuda söylenecek başka bir şey bırakmadı. Trabzonspor’un dayak, evet dayak yedirile yedirile yendirilmesine mi, yoksa o temiz spor anlayışının yok edilişine mi üzülmek lazım. Herhalde sonuncuya üzülmek lazım. Makyevelizmin spora da büyük boyutlarda eriştiği bu ortamda maalesef gaye vasıtayı meşru kılacaktır”

Trabzonspor Avrupa’ya bir kez daha erken veda ediyor, ancak Türkiye’nin gururu olmaya da devam ediyordu. Bordo mavililer, 28 sene sonra aynı gün, bu kez Milano’da Inter’le karşılaşacak ve yine tek golle Inter’i devirmeyi başaracaktı. Tesadüf mü demeli, kader mi bilemiyorum…

PARAYA KARŞI TRABZONSPOR'UN SAVAŞI

O sezona geri dönecek olursak… Sezon öncesi bir haberde ligin en pahalı takımlarının sıralamasına denk geldim. İlk altı sırayı paylaşmışlardı. Değerlerine göre takım sıralaması şöyleydi:

Fenerbahçe 53,5 milyon,
Galatasaray 48 milyon,
Beşiktaş 42 milyon,
Denizlispor 27 milyon,
Sakaryaspor 25 milyon,
Ankaragücü 24 milyon

Yapılan yoruma göre Trabzonspor’un futbolcuları arasında 1 milyon değer biçilen bile yoktu. Tabii o zamanlar yapılan sözleşmelerdeki şaibeler, garip ödemeler ve vergi sistemi bilenlerin yorumlayacağı iş. Ancak Denizlispor, Sakaryaspor ve Ankaragücü kadar bile maddi değeri olmayan kulüp, o sezon yine şampiyon olmayı başaracaktı. Trabzonspor’un 2010-2011 öncesindeki son şampiyonluğu, o sezon gelecekti…



Yine aynı yılın önemli haberlerinden biri de Ali Kemal’in sezon başlamadan önce 10 Ağustos 1983 tarihinde, Beşiktaş ile Trabzonspor’un karşılaştığı bir jübile maçıyla futbol hayatına veda etmesiydi. Futbola İskefiyespor’da başlayan Ali Kemal, Trabzonspor’dan sonra Fenerbahçe’ye transfer olmuş ancak orada istediğini bulamamış, 30 yaşında Beşitaş’a transfer olduktan sonra siyah beyazlıların uzun yıllar süren şampiyonluk hasretine son vermesinde büyük rol oynamış ve nihayetinde 10 dakikasında sahada olduğu bir jübile maçıyla fırtınalı kariyerine son vermişti. Türk futbolunun gördüğü en büyük oyunculardan biri olan Ali Kemal’in jübile maçı, Trabzonspor’un 2-1 üstünlüğüyle son bulacaktı…

O jübile maçı öncesine, sonrasına ve Inter maçı öncesindeki Beşiktaş maçına dair birkaç karikatür ve yorum...


Ahmet Suat Özyazıcı'nın anlamlı isyanı...


Trabzonspor, Beşiktaş'ı jübile maçından sonra ligde de mağlup etmeyi başarıyor. 10 Eylül 1983


"Dört büyük" denilen kulüplerde tek Türk teknik direktör Ahmet Suat Özyazıcı'dır o sezon...
Trabzonspor maçındaki bu karedeki Beşiktaşlı kim sizce? Ben söyleyeyim: Ziya Doğan. O maç bir de kırmızı kart görmüş...
:)
Trajik...
En komik yasak...

15 NİSAN 1984 



1984-84 sezonundaki FK Dnipro maçları da bir sonraki yazıya...

13 Ağustos 2013 Salı

1982... Alman Panzerlerine Boyun Eğiş

Trabzonspor'un Avrupa serüvenine dair gazete arşivlerinde kalmış detayları paylaşmaya devam edelim...

Son olarak Polonya temsilcisi Szombierki Bytom'a elenişimizi anlatmıştık. Takip eden yılda Dinamo Kiev'le mücadele ettiğimiz tura dair de zaten daha önceden yazmıştım. Dolayısıyla 1982-83 sezonuna geldik. Bu kez Trabzonspor'un rakibi bir Alman takımıydı: Kaiserslautern.

15 Eylül 1982'de, deplasmanda oynanacak ilk maç öncesinde Trabzonspor teknik direktörü Ahmet Suat Özyazıcı taraftarlarına böyle moral veriyordu:


Gerçekçi ve açık sözlü Ahmet Suat hocanın bu sözleri boş değildi. Zira Trabzonspor ilk maçta rakibine 3-0 mağlup olarak az olan tur şansını imkansızlaştırıyordu. 2001-2002 senesinde teknik direktör olarak Trabzonspor'u çalıştıracak olan Hans-Peter Briegel de o maçta biri serbest vuruştan, diğeri penaltıdan olmak üzere iki gol kaydederek, gelecekteki takımına ağır darbe vuruyordu. Briegel'in ilk golünün güzelliğini de es geçmemek lazım...


Maçın özetinden de görüleceği üzere üçüncü gol öncesinde tribünler karışıyor, kaleci Şenol Güneş seyircileri yatıştırmaya çalışıyordu. Alman ve Türk seyirciler arasında çıkan olaylar tribünlerden stat dışına da yansıyor ve gazetelerin yazdığına göre hastanelere sedyelerle yaralı taşınıyordu. Ahmet Suat Özyazıcı ise yine bildiğimiz gibi dobraydı...



40 bin kişinin maçı izlediği Betzenberg Stadı'ndaki mağlubiyetin ardından rövanş maçı günü gelip çatıyordu.

Bu sırada dönemin büyük dolandırıcılarından Banker Kastelli yakalanıyor, Monako prensesi Grace Kelly geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybediyor, bu olay tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de büyük yankı buluyordu.

Velhasıl, 29 Eylül 1982 günü, 10 bin 655 biletli seyircinin karşısında iki takım sahaya çıkıyordu.

Maç öncesinde örnek futbolcu seçilen Şenol Güneş, Beden Terbiyesi Genel Müdür Yardımcısı Tolga Yağızatlı’nın elinden altın madalya alıyor, Futbol Federasyon ve Spor Toto Teşkilatı da yine oyuncuya birer gümüş kupa armağan ediyordu...

Fakat Trabzonspor'un maçtaki kaderi yine değişmiyor, 3-0'lık skor yineleniyor, Briegel yine takımının iki golünü atıyor ve bordo mavililer kupaya ilk turda veda ediyordu. Maçtan iki gün sonra gazetede çıkan kritik gerçekçiliği ve neredeyse bugün dahi güncelliğini korumasıyla dikkatleri çekiyordu... "3 gol yiyoruz, iyi oynadık diyoruz. Beş gol yiyoruz, şanssızlıktan yakınıyoruz..." 
x


İkinci maçın özetini de aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz. Bu maçlar sırasında dikkat çeken bir başka detay da şu: o dönem Özkan Sümer’in çalıştırdığı Galatasaray, Avrupa Kupalarında mücadele eden kulüpler arasında tur atlayan tek takım olmuş. Galatasaray, deplasmanda 2-1 mağlup ettiği Finlandiya ekibi Kuusysi’yle (Lahti) kendi evinde 1-1 berabere kalarak tur atlamış. Bir sonraki turda ise Austria Wien’e evinde 4-2 mağlup olarak, deplasmandaki 1-0’lık galibiyetine karşın elenmiş. Özkan Sümer'in tur atladıkları ikinci maç sırasında tam 50 sigara içtiği de yazılmış...


Bir sonraki yazı, meşhur Inter zaferi üzerine olacak... 

Görüşmek üzere diyelim... 

25 Haziran 2013 Salı

Kumral Bir Çocuğun Yaz Öyküsüydü Bu...



Kumral bir çocuğun yaz öyküsü bu
Şarkılarla geçtim aranızdan…

Çok uzun süredir huzurlu uyumuyorsun. Seni rahatsız eden bir şeyler var. Gazeteler, internet, televizyon programları sana hüzünden başka bir şey vermiyor. Yorgunsun. Yıpratıldın. Bir mayıs gecesi uyudun ve hala kötü bir kabusun pençesindesin sanki. Çok sevmiştin. Çok istemiştin biliyorum. Aklın hala almıyor bana kalırsa. Bir ölü var ve onu gören yok. Ölü sensin. Ölü hepimiziz. Bunu hak etmemiştik biz…

Sömürüldün. İki senedir hep birileri bir şeyler söyledi. Kimi umut verdi, kimi törpüledi heyecanını. Kaybettin inancını. Bu memleket seni beni istemiyor burada… Sevilmiyorsun. Fazlalık gibi hissediyorsun kendini. Hepimiz öyle hissediyoruz. Haklısın. Çok yanlış anlaşıldık…

İçim sıkılıyor. Sandım ki beklediğim o haber geldiğinde havalara uçacağım. Çok sevineceğim. Yok… Hissettiğim tek şey yorgunluk ve hüzün… Biraz da rahatlamışlık hissi var. Geride bıraktıklarımıza bakınca, kederlenmeden edemiyorum. Neleri yasak etmişler bize… Neleri almışlar elimizden…

Sevmesem öyle kolay çekip gitmek
Yaralı bir kuş gibi…

Defalarca vazgeçmek istedin. Olmadı. Biliyorum. Çünkü ben de yaşadım. Hepimiz birbirimizin aynısıyız. 2 yıl önce ciğeri deşilmiş yüz binlerce insanız. Günde 8 saat uyku, 8 saat iş, üç öğün yemek, birkaç saat internet, 24 saat Trabzonspor… Senin için böyle. Benim için de. Biliyorum. Aynıyız seninle…

Hayatının bu kadar orta yerine yerleştirdiğin şey bir futbol takımı da olsa, senin için yaşayan, nefes alan bir organizma sanki. Nefesini kestiler. Kabullenemiyorsun. Sindiremiyoruz… Sindiremedik yani. Olmadı. En zoru da bu… Gözünün önünde duruyor her şey. Evet herkes de görüyor aslında ama yok sayıyor. Hiçbir şey yapamıyor gibi hissediyorsun. İçin sıkılıyor… Ağlıyorsun. Uğruna ağlamaktan utanmadığın tek şey Trabzonspor’un… Biliyorum. Benim de öyle…

Yalnızlar gibi susup uzun uzun
Düşlüyorum bu kenti, son bir aşk gibi

Tersi olsaydı diye düşünüyorsun sık sık. Bu yaz öyküsü hüzünlü olmasaydı mesela. O mayıs gecesi uyumasaydın. Yıllardır hayal ettiğin gibi sokaklarda olsaydın, bayraklarla formalarla kornalarla şenlendirseydin şehrini… Nasıl olurdu sorusu kafanı kurcalıyor. Neden olmadı sorusuna gelince bir küfür daha savuruyorsun. Kurduğun düşe dönmek istiyorsun. Ama yitti görüntüler, kayboldular. Gerçek değillerdi. Gerçek olsalardı… Kim bilir…

Terk ediyorum bu kenti
Ah, ölüler gibi…

Düşlerin seni terk etti. Umudun da beraberinde. Ama sen hırçın ve inatçıydın. İnanmasan da “bir şeyler yaptım, mücadele ettim” diyebilmeliydin. En çok korktuğun şey yarın çocuklarına karşı boynunu eğmek olacaktı. O günler için savaştın. İnanmayacaksın belki ama, bu kez kazandın…

Senin zaferlerin hiçbir zaman coşkulu kahkahalarla gelmedi zaten. Hep sancılı, hep bol gözyaşlıydı geçmişin. Yine öyle oldu. Biliyorum. Ben de aynı yoldan geçtim. Dedim ya, biz birbirimizin aynısıyız. Aynasıyız…

Yürürken geride çok insan bıraktık. Mustafalar, Şerefler, Seferler, Bünyaminler, Serhatlar, Kazımlar…

Bir cephede omuz omuza mücadele eden askerler gibiydik. Çok kayıplar verdik. Aslında tam olarak kazanmış sayılır mıyız bilmiyorum o yüzden. Bakma emin konuştuğuma. Benim de içimde bir şeyler eksik hala. Kalbimizin bir diğerine göre daha güçlü olması bizi kazanan yapmamalıydı belki… Ya da uykulu gözlerimiz bir tırın altında karanlığa boğulunca kaybetmiş olmamalıydık… Biz bayrağın göndere çekildiğini izleyebildik, şanslıydık sadece. Esas kahramanlar onlardı. Bugün sen de en çok onları andın. Biliyorum…

Neyse kardeşim. Demem o ki, yolumuz bitmedi.

Ama inan ki kara göründü bu kez…

Biraz daha gayret. Biraz daha sabır. Az daha çaba…

Az kaldı…

Gözyaşlarını sakla…


30 Mayıs 2013 Perşembe

Inter Fatihinin Hocası Alper Boğuşlu

Kasım 2011

Inter fatihinin hocası Trabzonspor Kaleci Antrenörü Alper Boğuşlu, Medyaspor'a konuştu...

Trabzonspor – Inter maçı vesilesiyle çıktığımız Trabzon seyahatinin en önemli kısmı, Trabzonspor’un başarısının görünmez kahramanlarından biriyle yapacağımız röportajdı. Tolga Zengin gibi, Onur Recep Kıvrak gibi ligin sayılı kalecilerinin antrenörü; Alper Boğuşlu ile görüşecektik. Henüz 23 yaşında harikalar yaratan Onur’un yanı sıra, Trabzonspor’daki kariyeri sıkıntılı başlamış ve fakat inanılmaz bir dönüşümle şu anda ligin şüphesiz en formda kalecisi olmayı başarmış Tolga’nın hocasıyla yapacak olduğumuz görüşme, bordo mavililerin son yıllarda elde ettiği başarının sırlarını verecekti bize. Beklediğimiz gibi de oldu… Alper hocanın, sadece iyi bir antrenör değil, iyi de bir ağabey, öğretmen, akıl hocası olduğunu anladık… Şenol Güneş ile Alper Boğuşlu’nun bir arada olduğu yerde başarı sürpriz değildi gerçekten de…

Röportajda kendisiyle buluştuğumuzda ilk göze çarpan Alper hocanın şıklığı ve nezaketiydi. Inter maçının ertesi günüydü ve doğrusunu söylemek gerekirse aklıma gelen ilk şey, Alper hocanın “İtalyan karizması” fenomenini yerle bir ettiğiydi. Tavrı, sözleri ve düşün dünyasıyla çok daha fazlasını vaat ettiğini sohbetimiz sırasında anlayacaktık…

Röportaj dışında yaptığımız özel sohbette aktardığı anekdotlardan edindiğim şahsi kanaatimce, sıcak yaklaşımının yanı sıra, aynı zamanda çok da disiplinli bir hocaydı Alper Boğuşlu. Ortadaki net başarıya bakılırsa, zaten olması gereken de bu demek zor değil.

Alçakgönüllülüğü elden bırakmadan başarısını sindirebilmiş,  oyuncularına sahip çıkan, Trabzonspor kimliğini sırtlanmış bir hoca vardı işte karşımızda.

Stresi yüksek maça hazırlamak için, bazı kısımlarının altını özellikle çizdiği kitapları oyuncusuna hediye ederek okumasını isteyen Alper hocanın verdiği cevaplar da tam anlamıyla “kitap gibiydi”…

İşte sadece Trabzonsporluların değil, aynı zamanda tüm futbolseverlerin de bu vesileyle tanıması gereken Alper Boğuşlu ve onun “yolculuğu”…

YOLUM, YÜRÜDÜKÇE İNŞA OLUYOR”

Hocam öncelikle Alper Boğuşlu’nun futbolculuk geçmişini kısaca aktaralım okuyuculara. Şenol Güneş’ten sonra Trabzonspor kalesini devraldığınızı biliyoruz. Arkasından uzun yıllar Kocaelispor’da oynadınız. Futbolculuk yolculuğunuzu kısaca anlatabilir misiniz bizlere?

"Yolculuk" dediniz... Bu çok önemli bir kelime... Hep düşünürüm; hepimiz bir yolculukta olduğumuzu idrak edebilsek hayat ne kadar güzel olurdu. Futbolculuk da benim mesleğim yani "yolculuğumun yolu" oldu. "Meslek" de zaten "yolculuk edilen yol" demek...

Yalnız bu yolun bir özelliği var... Bu yol yürüdükçe inşa olunuyor... Yolumu nasıl inşa etmiş olduğumu görmek istediğimde ise yolun kendisinden daha çok, gözüm hep kıyılarına kayar...

Sonra fark ettim ressamın yaptığı bir yol resminde veya bir yol fotoğrafında da yola güzellik katan hep kıyıları. Eğer bir yolun güzel kıyıları yoksa yolun varlığı da anlamsızdır.

Anladım ki yolu sadece kendi yürümemiz için yapıyoruz ama kıyılarına, "çevremizdeki insanları düşünerek" daha fazla itina göstermeliyiz...

Yani şunu söylemek istiyorum... Evet benim mesleğim futbolculuk ve bu yolda yürüdüm, yürürken yolu inşa ettim ama insanlara mutluluk ve yaşama sevinci verecek kıyılar inşa etmeye daha çok dikkat ettim. Eğer şimdi yolculuğumu yolumun kıyılarına bakarak kısaca anlatırsam:

Adalet ve şefkatimi; vicdan çiçekleriyle ektim... İnsanlığa hizmet etmek için, serin gölgeler veren palmiyeler diktim, yorulan yaşlılar dinlensin,  parklar yaptım, çocuklar oynayabilsin...

Yol ise; Trabzonspor minik takımında başladım, yıldız, genç takımlarında oynadıktan sonra 1980 yılında Trabzonspor'da profesyonel oldum, 8 yıl buradaydım. 1 dönem Sebatspor'da, 1 dönem Göztepe'de, 1 dönem de Kayserispor'da kiralık oynadım. 1988 Ankara PTT, 1989 Kuşadası ve 1990’dan sonra 9 yıl Kocaelispor'da, son olarak da 1999 Adanademirspor'da  20 yıllık profesyonel kalecilik kariyerimi noktaladım...

2000 yılında Kocaelispor'da kaleci antrenörlüğüne başladım, Trabzonspor, Ankaraspor, G.Antepspor, İstanbulspor, Konyaspor, Ankaragücü, Gençlerbirliği ve Trabzonspor'da yeniden kaleci antrenörü olarak başladım, görevim devam ediyor...

Şimdi Şenol Güneş’le birlikte çalışıyorsunuz. İki eski kaleci, Trabzonspor’un başarısı için mücadele veriyorsunuz. Hep malum bir tartışma vardır; iki zıt noktada durur. Bir kısım kalecilerden iyi antrenör olmaz derken, diğerleri de oyunu daha iyi okuyabildiklerini ve bu işte başarılı olabileceklerini söylerler. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Aslında Şenol Güneş ve sizin başarınız bu sorunun cevabı da sayılabilir mi?

Çok tartışılan ve yumurtaların tokuşturulmasına kadar varabilen bir konu bu... Ben daha farklı bakıyorum... Biz oyunu okumaktan daha çok yazıyoruz... "Okumak" deyince bitmiş, yazılmış olanı okumak gibidir... Ve eğer bir oyun sürmekteyse, bitmediyse henüz onu istediğimiz şekilde yazabilme olanağına sahibiz demektir.  Rakibin oyununu okuyabilmek beceri ise, onun okumaya çalışacağı bir oyun yazabilmektir asıl büyük beceri. Bizim de bütün çalışmalarımız bu yönde.

“TOLGA İNANILMAZ, HAYRANLIK UYANDIRICI”

Türkiye’nin şüphesiz en formda, en sağlam kalesi Trabzonspor’a ait. Şimdi isterseniz tek tek onlardan bahsedelim. İlk olarak tabii ki Tolga Zengin var ki karşımızda, sanırım herkese örnek olabilecek bir hikaye onunki. Trabzonspor kalesine ilk geçtiği Galatasaray maçında, 4-0’lık talihsiz bir maç çıkarmış ve sonrasında da kariyeri pek istediği gibi gitmemişti. Uzun süre yedek bekledi. Hatta son bir buçuk-iki senesinde, 22 yaşında genç bir kalecinin, Onur’un yedeğiydi. Ama Tolga bu süreçte inanılmaz bir gelişim gösterdi ve geçen yıl kaleyi devraldığından beri herkesi kendisine hayran bırakıyor. Böylesi keskin bir değişimin sebebi neydi, nasıl oldu?

Sadece Tolga'da değil öğrencilerimin hepsinde "inanılmaz-hayranlık uyandırıcı" diye nitelendirilen gelişimler görülebilir. Ancak; dışarıdan "inanılmaz"  olarak görülebilen gelişmeler hem benim hem de öğrencilerim açısından çok doğal görülüyor.

Hatta, yapabileceklerimizi hem çeşitli sebeplerle istediğimiz gibi yapamadık hem de yapabileceklerimizin henüz başındayız. Önümüzde uzun ve üç kulvarlı bir maraton var... Bir de Türkiyemize, Trabzonsporumuza karşı sorumluluklarımız... Tolga'nın üzerinden konuştuğumuz niteliklere bütün takım olarak sahip olduğumuzu ortaya koymamız lazım.

Tolga’nın durumuna özgüven farkı da denebilir mi?

Oyuncunun özgüveni potansiyelidir, gizildir... Bunu görebilmemiz ancak oyun esnasında olanaklıdır. Oynanan oyun da yürünen yol gibidir. Özgüveni arttırabilir... Ancak; biz öncelikle yaptığımız çalışmalarla ve verdiğimiz emekle özgüvenimizi kazanırız. Bir hata ile veya yenilen goller ile özgüven kaybedenler; aslında yeteri kadar çalışmadıklarını ve gereken emeği harcamadıklarını bildiklerinden, oyuna tam anlamıyla kendilerini veremez ve bu duruma düşerler.

Evet; Tolga'da bir özgüven farkını görebilirsiniz... Bence bunun sebebi hiç yılmadan çalışması, üstün bir emek harcamasıdır. Ama özgüveni olmasaydı, sizin söylediğiniz olaylardan sonra bu kadar inançlı çalışabilir miydi?

“ONUR GİBİ SAĞLAM KARAKTERLİ OYUNCULAR…”

Haklısınız hocam. Az önce Tolga ve Onur’un arasındaki yaş farkından bahsettik. Euro 2012 grubunda Belçika’yı 3-2 mağlup ettiğimiz maçtan sonra, iki talihsiz gol yiyen Onur’un üstüne çok gidilmişti. Ben o zaman Tolga’nın bir röportajını hatırlarım. Müthiş bir heyecan ve biraz da öfkeyle Onur’u eleştirenlere cevap veriyordu. Çok genç olduğunu, ona sahip çıkılması gerektiğini söylerken o kızgın halinden, nasıl samimiyetle Onur’u desteklediğini anlamıştım. Zaten maçlarda da yedek kulübesinde her halinden Tolga’nın çok olgun ve egolarından sıyrılmış olduğunu görebiliyorduk. Sağlam bir karakter istiyor bu durum. Siz, ikisi arasındaki bu diyaloga yakın şahit olanlardansınız. Bu durum için ne diyeceksiniz? Tolga’nın yükselişinde, bu tavrının ne kadar etkisi var sizce?

Bir başka röportajımda söylemiştim: "Tolga önce Tolga,  sonra kaleci" diye... Siz de aynı noktaya parmak bastınız... Hepimiz bunu çok iyi anlamalıyız diye düşünüyorum.

Peki o zaman sözü gelmişken Onur’dan devam edelim hocam. Henüz 23 yaşında, gencecik bir kaleci. Trabzonspor’un uzun süredir yaşadığı kaleci sorununu çözen isim. Sakatlığını atlattı, ama Tolga da çok formda. Şu an Onur’un form durumu nedir? Oynayamaması onu etkiler mi sizce?

Onur, her zaman Trabzonspor'un kaleciliğini taşıyabilecek karakterde ve formdadır. Evet, yaşı çok genç ve önünde başarılarla dolu bir kalecilik yaşamı uzanıyor... Yani inşa edeceği yol epey uzun... Eminim kendisi de kıyılara gereken önemi verecektir. Onur gibi sağlam karakterli oyuncular oynamamaktan etkilenseler bile bu olumlu yönde olur.

“HOCALARI OLMAKTAN DOLAYI MUTLUYUM”

Zeki Ayvaz ve Bora Sevim var bir de hocam. Forma şansı bulamayan oyuncular. Zeki daha çok genç zaten altyapıdan çıkan bir oyuncu. Onun geleceğini nasıl görüyorsunuz? Kaleyi devralabilecekler mi ileride?

Bu kendilerine ve çalışmalarına bağlı, tabii ki haklarını er yada geç alacaklar ve layık oldukları yerlere gelecekler... Her iyi kalecinin geçmişinde yedek kalmalar veya kadroya girememeler olmuştur. Tolga ve Onur'un bulunduğu bir ekibin elemanı olmak onlar için de büyük bir fırsat. Ben de böyle karakteri sağlam ve yetenekli dört kalecinin hocası olmaktan dolayı çok mutluyum.

Hocam kalecilik en zor mevkii diyebiliriz futbolda herhalde. 90 dakika harika bir maç çıkarıp, son saniye kötü bir gol yeseniz tek suçlu siz olursunuz. İşin psikolojik tarafı epey ağır. Siz kalecilerinizi maça hazırlamak için ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz? Sadece taktiksel ya da fiziksel değil de, mental olarak yaptığınız hazırlıklar nelerdir?

Mental demek aslında tam olarak "zihinsel ya da akli" demektir. Sadece mental hazırlıklar yeterli olmaz... Kupkuru kalır ve istenilenin aksi sonuçlar verir. Tabii ki ders niteliğinde konuşmalarım da olur. Ama biz ekip olarak sohbetler yaparız... Gönül bağımızı güçlendiririz... Birbirimize ne kadar güvendiğimizi sözlerimizden çok bu muhabbetlerimizde, dostluklarımızda görürüz.

KAPASİTEMİZİN ÇOK ALTINDAYIZ”

Biraz ligdeki gidişattan bahsedelim hocam. Trabzonspor kadrosunda ciddi değişiklikler olmasına rağmen hem Şampiyonlar liginde hem de ligde yoluna başarıyla devam ediyor. Siz Trabzonspor’un genel performansıyla ilgili içeriden biri olarak ne düşünüyorsunuz?

Kapasitemizin henüz çok altında olduğumuzu düşünüyorum. Kadromuzun yeniliğini ve uyum sürecini göz önüne alırsanız bana hak verirsiniz. Zamanla çok çok daha iyi olacağımızdan eminim... Bu arada taraftarımızın destek ve sabır göstermesi de bize şevk veriyor.

Bu noktada şunu soralım hocam: Belki de biraz ezberci bir tavırla Trabzon’a gelen oyuncuların önemli bir kısmı şehirde baskının yüksek olduğunu söyler. Siz buna katılıyor musunuz? Böyle küçük bir şehrin her şeyiyle futbola odaklanmış olması, futbolcunun aklını da sürekli futbolda tutmaz mı bir anlamda?

Sosyolojik ve kültürel bir tahlil yapmak gerekir. Böylece bir tartışmaya girmek istemem. Ancak, kısaca şunu söyleyebilirim ki; bazen olumlu olduğu gibi olumsuz da olabilir.

Tekrar lige dönersek; şike soruşturması bu sezon futbolu gölgede bıraktı diyebiliriz hocam. Bu süreç Trabzonspor’a nasıl yansıdı? Futbolcuların üzerinde olumlu-olumsuz bir etkisine şahit oldunuz mu?

Bütün Süper Lig takımlarını ve oyuncularını olumsuz etkileyen bir süreçten geçiyoruz. Ama biz işimize bakmalıyız... İyi futbol oynamak ve başarılı olmak zorundayız.

“TOLGA’YA DEĞİL, MİLLİ TAKIMA HAKSIZLIK”

Hocam Tolga’nın üstün performansından bahsettik. Milli takıma da davet edildi. Fakat son Hırvatistan maçlarının ilkinde 18 kişilik kadroda bile yer almaması çok eleştirildi. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir? Tolga’ya haksızlık edildiğini düşünüyor musunuz?

Tamamıyla böyle. Hatta "haksızlık" sözcüğünü kullanmak bile bence hafif kalır... Bu durum öncelikle de Milli takımımıza karşı yapılan bir haksızlıktı. Ama artık bu konuda fazla bir şey söylemek de istemiyorum. Üzücü sonuçlar da ortadayken konuşmak kolaycılık olur diye düşünüyorum.

BURAK’A KARŞI OYNAMAK…”

Kalecilerin dışında Trabzonspor’da bir de Burak Yılmaz gerçeği var. Eski bir kalecisiniz, kaleciler yetiştiriyorsunuz. Burak gibi bir oyuncuya karşı oynamak oldukça zor olurdu kaleci olarak herhalde, siz ne dersiniz? Burak’ın performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tolga'nın performansı için kullandığınız kelime Burak için de geçerli "inanılmaz-hayranlık verici". Burak'a karşı oynamak benim için de zor olurdu ama böyle bir yeteneğe karşı oynamak da bir şereftir...

“ŞENOL HOCANIN HER BAŞARIDA İMZASI VAR”

Burak’ın yükselişini Şenol Güneş mucizesi olarak gösterenlerin sayısı az değil. Sizce bu doğru mu? Burak’ın gelişim sürecinde gözünüze takılan, diğer oyunculara örnek gösterebileceğiniz bir nokta var mı?

Muhakkak böyledir. Aksini söyleyebilmek mümkün değil... Şenol Hocanın her başarımızın altında imzası var. Burada bulunuyor olmamızın da ana nedeni yine Şenol Hocamızdır. Biz de onun bize olan güvenini boşa çıkartmıyoruz.

Diğer oyunculara, öncelikle Burak'ın kendini geliştirmek için gösterdiği aşırı isteği, geçmişteki deneyimlerinden ders çıkarmasını, çok ve verimli çalışmasını ve asla vazgeçmemeyi seçmesini örnek gösterebiliriz...

Peki Şenol hocayla çalışmak nasıl bir duygu? Futbolculardan maksimum verim almasıyla biliniyor Şenol Güneş. Siz çalışmaların yakın tanığısınız. Bunun bir sırrı var mı? Şenol Güneş’in oyuncularıyla arasındaki iletişimin başarısındaki sır nedir?

Haklısınız; bu sırdır... Şenol Hocamın açıklamadığını açıklamak bana düşmez...

TRABZONSPOR’UN GELECEĞİ YANINDA…”

Hocam ileride teknik direktör olma gibi bir isteğiniz var mı? Şenol hoca sizi bu konuda telkin ediyor mu?

Prensip olarak; sadece işimi iyi yapmayı düşünürüm ve kaleci hocalığı yapmayı çok seviyorum. Şenol Hocamla yaptığımız konuşmalar da hep Trabzonspor'un geleceği üzerinedir. Kişisel geleceklerimiz, Trabzonspor'un geleceği yanında konu bile olamaz.

Genel yayın yönetmenimizle Hikmet Karaman, bir sohbetleri sırasında sizden bahsetmişler. Özellikle Hikmet hoca, sizi yere göğe sığdıramamış ve bizim sizinle röportaj yapmamız için de ısrarcı olmuştu. Siz kendisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Ve Türkiye’de hem teknik direktör olarak hem de kaleci antrenörü olarak beğendiğiniz isimler kimler?

Hikmet Hoca benim büyüğümdür, tarzımda izi olanlardandır, sağ olsun kendisini sever ve sayarım. Hakkımda söylediklerinden dolayı onurlandım...

Tabii ki Şenol Güneş başta olmak üzere Hikmet Karaman gibi beğendiğim birbirinden değerli Teknik Direktörlerimiz var. Ancak; bu hocalarımızı mukayese etmek veya sıralamak gibi bir takdirde bulunabilmek haddim değil.

“EN BEĞENDİKLERİM ÇALIŞTIĞIM KALECİLER”

Türkiye’de ve dünyada kalecilik tekniğini beğendiğiniz diğer kaleciler kimler?

Bu sorunuzu düşünmeden ve uzaklara gitmeden, çalıştığım kaleciler diye yanıtlayabilirim...

Türkiye’deki altyapı eksikliklerinin kaliteli kaleci çıkarmamıza da olumsuz etkileri malumdur. Sizin uzun vadede, altyapılara ilişkin fikirleriniz var mı? 70 milyonluk bir ülke olarak, hala stoper, ön libero ve kale gibi özellikle defansif mevkilerde yetenekten ziyade, mental yeterliliklerinde gerektiği pozisyonlarda bir türlü oyuncu yetiştiremiyoruz. Bunun sebepleri sizce nelerdir?

Sebepler çok açık ve basit bana göre, ilk ve en önemli neden; bu kadar az beden eğitimi dersinin olduğu bir müfredatla sporcu yetiştirme olasılığı çok zayıf diye başlayabiliriz...

Antrenörlükte sizce futbolculuktan gelen deneyim mi, yoksa kişinin kendisini geliştirebilmesi mi daha önemli?

Futbolculuktan gelen deneyim, kendini yetiştiren için avantaj ama önemli olan kendini yetiştirebilmek.

“KIYILARI UNUTMAYIN…”

Trabzonsporlulara iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?

Yolunuzu yürürken kıyılarını güzelleştirmeyi unutmayınız, arkanıza bakınca sadece kıyıları göreceksiniz. Örneğin, maç skorunu unutabilirsiniz ama Tolga'nın kendisine atılan ekmeği öpüp başına koymasını asla... İşte kıyılar böyle süsleniyor...