1 Ağustos 2025 Cuma

’76 - Karadeniz taştı da, sevinçten mi ahtan mı?

Trabzonspor'a dair uzun zamandır yazmıyordum. Yazamıyordum. Önceki yıl Trabzonspor Dergisi'nin Ağustos sayısında yayınlanan ilk şampiyonluk yılına dair, ama başka türlü bir hikayeyi paylaşmak istedim kulübümüzün 58. kuruluş yıl dönümü vesilesiyle. Bizden götürdükleriyle, bize getirdikleriyle, güldürdüğü günlerle ve ağlattığı yıllarla, her şeyiyle kabulümüz. Hayalimizdekiyle gerçeği çoğu zaman örtüşmese de, bugününü değil temsil ettiklerini, başardıklarını değil başkaldırdıklarını sevdiğimiz Trabzonspor... Var ol... 


’76

Karadeniz taştı da, sevinçten mi ahtan mı?


Yüzünden gülümsemesi eksik olmayan, muhlis yapılı bir çocuktu Kadir. Her sabah önlüğünün üstüne ceketini geçirir, işe diye evden çıkar, tanıdığı esnaf abilerine selam vere vere Çömlekçi’ye varırdı. Babasından kalma masif ahşap üstüne sedef kakmalı gösterişli sandığını yerleştirir, taburesine çöker, kunduralarını temizletmek isteyen ilk müşterisini beklemeye koyulurdu. Çınar ağacının altında kıdeme göre sıralanırdı sandıklar. Son yılda birkaç sıra yükselmişti Kadir. O sabah da güne böyle başladı. Yanına ilk uğrayansa çoğu sabah olduğu gibi Salih Çavuş’tu. Kadir hemen atıldı. Çoraplar kirlenmesin diye kullanmak üzere sigara kutularının kartonundan boy boy kesip hazır ettiği plakaları eline aldı, sanatını icra etmeye başladı. Son olarak cila beziyle kunduraları bir güzel parlattıktan sonra eserine mağrur bir bakış atmaktan da geri durmadı. Salih Çavuş önce başını okşadı, sonra eline fazladan birkaç kuruş daha sıkıştırdı. Kadir mahcup olmuştu. Teşekkür etti ancak başını yerden kaldıramadı. 

 

Tabiatı böyleydi Kadir’in. Babasını kaybettiğinden beri evin sorumluluğu onun sırtına binmişti; birkaç saatlik uykularla hem çalışıp hem okuluna devam etmeye uğraşıyordu. Yaşadığı bu güç hayatı olduğu gibi kabullenmiş ve fazlasını beklemez olmuştu. Daha bu yaşta… Hafta içi sabahları okuldan önce ahalinin ayakkabılarını boyar, hafta sonları ise gün doğmadan evden çıkıp önce demir toplar, sonra gün boyu mahallenin fırınından aldığı simitleri satardı. Vakit kalırsa da mahalleden arkadaşlarıyla futbol oynarlardı. 

 

En büyük sevdasıydı futbol Kadir’in. Futbol ve Trabzonspor. Trabzonspor alt ligdeki birkaç yıllık çetrefilli mücadelesinin ardından henüz geçen sezon birinci lige çıkmıştı. Şimdi, yani 1975-76 sezonunda ise ligin altını üstüne getirmişti. Müthiş bir heyecan vardı şehirde. Yıllarca İstanbul takımlarının şampiyonluk havadisleriyle dolu olan gazeteler, şimdi ufak da olsa bir Anadolu kulübünün şampiyonluk ihtimalinden söz eder olmuştu. Kadir’in ve nicesinin hayalini bile kuramayacağı bir şeydi bu o güne değin. Bu sahil kentinden, vatanın bu uzak ve yalnız köşesinden bir futbol takımı, o anlı şanlı, koca kulüplere kafa mı tutuyordu? Akıl almaz bir şeydi bu. Ancak Trabzon, akıl almaz işlerin gerçeğe döndüğü, inadın ve inancın şehriydi. 76 senesi Trabzon için çok renkli geçiyordu.

 

Kadir boya sandığını toplayıp ayaklandığında gün öğleni vurmuştu. Okula geç kalmıştı ancak bugün okula gitme niyetinde değildi zaten. Sandığını Terzi Ali’nin dükkanına emanet edip fırına koştu. Fırıncı okul saatinde Kadir’i kapısında görünce şaşırdı ama ses etmedi. 

 

Kadir’in fazladan paraya ihtiyacı vardı. Çünkü iki gün sonra maç vardı. Trabzonspor Avni Aker’de Fenerbahçe’yi konuk edecekti. Şampiyonluk düğümünü çözeceği düşünülen bir karşılaşmaydı bu. Şehirde herkes bu maçı konuşuyordu. Kadir de stadyumda olmak istiyordu. Büyüklerinden rica edip yanlarında stada girecek yaşı geçmişti, riske atamazdı. Ne yapıp edip birkaç lira fazladan kazanmalı ve sonra da annesini ikna etmeliydi. Çelimsiz duran ama kuvvetli kollarıyla ağzına kadar dolu simit karnalını omuzladı, Çömlekçi meydanına doğru yola çıktı. 

 

Günlerdir aklında maçı baştan sona oynayıp duruyor, her defasında da Trabzonspor kazanıyordu. Şüphesiz çok kritik bir maçtı. Trabzonspor sezon başında yaptığı hazırlık maçında da Fenerbahçe’yi yenmeyi başarmış ancak gazetelerde bu galibiyetin Türkiye ligleri için bir ölçü olamayacağı söylenmişti. Ancak Trabzonspor sezona fırtına gibi başlamış, daha ilk haftada deplasmanda karşılaştığı Galatasaray’ı Hüseyin ve Mehmet Cemil’in golleriyle 2-1 mağlup etmeyi başarmıştı. Takiben alınan galibiyetlerle Trabzonspor zirveye yerleşse de, 7. haftadaki Altay mağlubiyetiyle liderlik koltuğunu Fenerbahçe’ye devretmişti. Sonraki süreçte Fenerbahçe kaçtı, Trabzonspor kovaladı. Futbol otoriteleri Trabzonspor’un bu performansını sezon sonuna kadar sürdüremeyeceğini, lig bitimine kadar nefesinin yetmeyeceğini iddia etseler de Trabzonspor onları yanıltmayı başaracak ve ligin bitimine 7 hafta kala oynanacak olan Fenerbahçe maçına kadar şampiyonluk hedefinin peşini bırakmayacaktı. Nitekim o gün gelmişti. Trabzonspor 4 Nisan Pazar günü Fenerbahçe ile karşılaşacaktı. Ve Kadir’in o maça gitmekten başka şansı yoktu… 

 

Meydana vardı. Bu saatlerde fazla bir satış beklemiyordu ama ne kadar satarsa eli o kadar rahatlayacaktı. Karnal kolunda çevredeki dükkanları gezindi. Hem selam veriyor hem simit isteyen olur mu diye yokluyordu. İlçelere gidecek minibüslerin kapısına yanaşıyor, simitlerin kokusu yolcuların iştahını kabartsın diye uğraşıyordu. Gün akşamı vurana değin ancak bir elin parmağı kadar satış yapmıştı. Fırına payını da verdikten sonra… Yok. Mümkün değil yetmezdi bu. İşi sabaha kalmıştı. 

 

Sabah gün doğumuyla uyandı. Sıkı sıkıya giyindi. Biraz demir, bakır ne bulursa toplayıp satacak, akşama kalmadan da bilet sırasına girecekti. Önceki gece annesinin ağzından girmiş burnundan çıkmış, maç için izni koparmıştı. Fikrini değiştirir korkusuyla annesi uyanmasın diye sessiz sedasız çıktı evden. Sülüklü mezarlığına giden rampayı tırmandı. Bir avazda Hayali Garajına vardı. Motor parçaları, ampul başları, hurdalar… Para edecek ne varsa alıyordu. Tamirhaneleri, hurdacıları, otogar çevresini gezdi. Öğlene kadar yükünü topladı, Tarla Muzaffer’in dükkanına vardı. Tam 11 liralık satış yapmıştı. Yeter de artardı bile. Biletten geriye kalanla önce sinemaya gider, üstüne bir de gazoz içerdi. O sevinçle yorgunluğunu unuttu. Balık pazarına vardı. Melek Sinemasındaki filmlere baktı. Yine vurdulu kırdılı bir dövüş filmi vardı. Hemen biletini ve gazozunu aldı, ağır kokulu havasız salonun bordo koltuklarına yerleşti. Büyük bir merakla filmi izliyordu ancak maç aklından çıkmıyordu. Çok gecikmemek lazımdı. Arkadaşlarıyla anlaşıp birkaç farklı kuyruğa girmek, kimin sırası daha iyi ilerlerse hemen oraya kaynak yapmak lazımdı. Acaba bugün golleri kim atardı? 

 

Sinemadan çıkar çıkmaz gişelere vardı. Kuyruk şimdiden şişmeye başlamıştı. Bu bekleyiş sabaha kadar sürecekti. Hava soğuktu. İyi ki sıkı giyinmişti. Bekleyişleri başladı. Saatler geçtikçe hava daha da sertleşti. Birkaç yerde küçük ateşler yakılmıştı. Ara ara ateş başına gidiyor, sonra tekrar yerine geçiyordu. Babası yanında olsun isterdi. Birkaç yıl önce, Trabzonspor hala alt ligdeyken babasıyla gelirlerdi maçlara. Babası hayattayken. Hayat henüz bu kadar güçleşmemişken. Ve Kadir henüz hala çocukken…

 

Sabah oldu. Şanslıydı. İçerideydi. Saat 16:00’da başlayacak maç için stat kapıları daha şimdiden kapanmıştı. Hınca hınç doluydu içerisi. Çevre evlerin balkonları ve yüksek tepeler de silme insan doluydu. Yorgun ama mutluydu Kadir. Bir tarihe tanıklık ettiğinin farkında değildi muhakkak ama sınırlarını tam idrak edemediği bir mutluluğun eşiğinde hissediyordu kendini. Trabzonspor belki de bugün şampiyonluk kapısını geriye kadar açacaktı. Sonrasında sadece birkaç adım kalıyordu. Birkaç adım sonra bir devir değişecekti. Fenerbahçeli futbolcuları havalimanında sarı lacivert sarılı tabutlarla karşılamıştı taraftarlar. O tabut, futbolda yıllardır süren tekelciliğin tabutuydu ve bugün belki de ona en sağlam çiviyi çakacaklardı. 

 

Tam da öyle oldu. Trabzonspor, Fenerbahçe’yi 1-0 mağlup etti. Liderliği bir daha bırakmamak üzere devraldı. 

 

Kadir stadyumdan çıktığında başka bir insan gibi hissediyordu kendini. Değişmişti. Sanki daha da güçlenmişti. Hiçbir zorluk onu yıkamazmış gibi geliyordu. Hiçbir engel onu durduramazmış gibi. Daha kudretli, daha muktedirdi. Evet düpedüz değişmişti. Trabzonspor başarmıştı bunu. Trabzonspor onu büyütmüştü…


Aklında şampiyonluk gününün hayaliyle yürüyordu. Acaba deplasmana mı denk gelir yoksa Trabzon’da mı olurdu maç? Yine bilet parası ayırmak lazım gelecekti. Bu kez parayı daha evvelden kenara koymaya karar verdi. Eve yaklaşmıştı. Birazdan annesine koşacak, her dakikayı tek tek anlatacaktı. Hüseyin kaleciyle nasıl karşı karşıya kalmış, top dar açıdan ağları nasıl bulmuştu, sevinçten yanındaki hiç tanımadığı adama nasıl sarılmıştı. Eğer evine varabilseydi, hiçbirini atlamadan anlatacaktı. 

 

Kadir evine varamadı. Birkaç sokak ötede düştü yere. Görenler hemen başına koştu. Ne olduğunu kimse anlamadı. Apar topar götürdükleri hastanede beyin kanaması dediler. Kadir bir daha gözünü açamadı. Fenerbahçe maçından iki gün sonra kalbi durdu. 

 

Trabzonspor o sene şampiyon oldu. Kadir şüphesiz ki bu şampiyonluğu en güzel yerden, biletsiz, kuyruksuz, zahmetsiz izledi. 

 

76’da Karadeniz taştı, İstanbul’a ulaştı. 

Kadir’e dökülen yaşlar, şehrin neşesine karıştı…

12 Şubat 2014 Çarşamba

OFSAYT!

Koca koca gazetelerin köşelerini, televizyonların prime time saatlerini, internetin en cafcaflı sitelerinin manşetlerini süsleyen insanlardan bir dirhem de olsa vasatın üstünde zeka bekleyince haksızlık etmiş olmam herhalde.

Mevzuya çok hakimmiş ve etraflıca irdelemiş gibi büyük laflarla yazılar yazan bu abilerin okuyucularını aptal yerine koymasından ikrah ettim artık.

2011 Temmuz ayından beri sürecin birebir takipçisiyim ve bize “Gazeteci-yazar”, “Araştırmacı yazar”, “Aydın” diye dikte ettirilen tayfanın kıblesizliği, cehaleti ve körlüğü yetti.

Kendisini cumhuriyetin kollayıcısı ilan eden bu çakma solcu, karanlık aydın ve cahil bilirkişilerin her gün bir başka masalını dinliyor, sonra da kendi kendimizi yiyoruz: “Bu kadar da olmaz! PES!”

Yok arkadaş, o kadar da oluyor…

Bugün Yılmaz Özdil Trabzon’a bir mektup daha yazmış. Daha önce yazdığı içi boş detaylarla dolu ve hiçbir şey anlatmayan tek boyutlu mektubunu hepiniz hatırlıyorsunuz. O dönem, kendisine onun dilinden cevap vermiştik. Aldığı tepkilerden sonra da “Bir daha Trabzonspor konuşmayacağım” diyerek kenara çekilmişti. Fakat bugün o sözünü de yutarak mektubunun devamını yazmış. İlkinin gördüğü ilgiden memnun olsa gerek…
 
Özdil’in neredeyse 3 seneye ulaşacak şike sürecinde yazdığı yazıların sayısı bir elin parmağını geçmez. 

Bunlardan iki tanesi Trabzonspor’a Erdoğan Bayraktar üzerinden yüklenmekten ibaret. Bir tanesi de Aziz Yıldırım’ı halk kahramanı ilan eden abuk bir yazıydı “Fenerbahçeli olsam…” diyerek. Yine tek boyutlu, hükümeti eleştirmek isterken dünyadan bihaber yazılan sade suya tirit yazılardan.

Özdil ve benzerlerinin ellerinde Trabzonspor’un aleyhine kullanabilecekleri sadece tek bir veri var; Erdoğan Bayraktar’ın “Trabzonspor’un kupası için ince ayar çalışıyoruz” sözleri. Bunun dışında hiçbir şey yok. İbrahim Hacıosmanoğlu’nun bütün camiayı ayağa kaldıran ve tepki görmesini sağlayan miting katılımı süreci bu yazarların kast ettikleri biçimde etkileyebilecek bir hareket değildi zira ona gelene kadar mahkeme kararını çoktan vermişti.

Bayraktar bu sözleri 9 Ocak 2012’de söyledi. Yani tam 2 sene önce.

Şimdi sormak lazım Özdil’e, Bayraktar bu sözü söylediğinden bu yana, kupa konusunda Trabzonspor ne kazandı? Varsa ince ayar Trabzonspor’un ne şekilde işine yaramış olabilir? Başkanı Başbakan tarafından atanan TFF’nin kararları ve kupayı sahibine vermeme konusundaki ısrarı ortadayken, Trabzonspor Bayraktar’ın sözleriyle ne kazanmış Allah aşkına biri cevabını versin. Kupa hala Fener’in müzesinde. Biz mi yanlış biliyoruz?

Bu sözlerden bir süre sonra “Trabzon şehri kupayı unuttu, bu olayları geride bıraktı, artık önüne bakıyor” diyen de Bayraktar’dı. Bunları duymadı, görmedi mi Özdil?

Dediler ki her şey Aziz Yıldırım’ı bitirmek içindi. Yıldırım karşısında önce cemaat-hükümet ikilisini koydular. Herkes yüklendi de yüklendi hükümete. Aziz Yıldırım’sa bir mektup yazdı Metris’ten. “Başbakan’la aramızı açmaya çalıştılar, başaramadılar” diye.

Bir tek Bayraktar sözüyle Trabzon’a yüklenip duran Özdil ve diğerleri, 7 aylık kanunun sırf şikecilerin alacağı cezalar azalsın diye 3 parti tarafından ortak kararla bir gecede değiştirildiğini görmezler mi? Yüzlerce milletvekilinden söz ediyorum. “Ulan hepiniz oradaydınız be!”

Başbakan’ın Fenerbahçe’ye ceza vermemek uğruna “5 yıl Avrupa’ya gitmesek ne olur?” sözünden Özdil ne anlıyor?

Şike sahaya yansımadı çözümünü ortaya çıkaran Başbakan’ın atadığı TFF’ydi.

Kişilerle kurumları ayırma önerisini getiren de Başbakan’dı, uygulatan da.

E ne oldu sonra?

Hooop, bizim ulusalcılar bir anda ofsayta düştü. Nihat Genç’inden Yılmaz Özdil’ine kadar…

Sonra baktılar bu iş olmadı, döndüler cemaate. Cemaatin bir numaralı adamlarından Nihat Özdemir sürecin en etkili isimlerinden, Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım için verdiği mücadele ortada. Özdemir neler diyordu hatırlayalım:

29 Mayıs 2012 – Zaman Gazetesi Röportajı

-Cemaat size göre F.Bahçe'yi ele geçirmek istiyor mu?

“Son 11 ay F.Bahçe'nin başkanvekiliydim. Herhangi bir cemaatin, herhangi bir derneğin, herhangi bir siyasi görüşün, biraz daha genişleteyim yalnız cemaat değil, herhangi bir kesimin F.Bahçe'yi ele geçirmek, önümüzdeki kongrede bazı arkadaşları F.Bahçe yönetimine sokmak gibi herhangi bir hareketlerini, hiç hareketlerini görmedim. Ama maalesef yine medyamızda bazı arkadaşlarımız bunu serüven haline getirip birkaç yazı dizisi halinde kamuyounu yanlış yönlendirici hiç olmayan bir olayı maalesef gündeme getirdiler. Bu hem maalesef F.Bahçemize, Türkiyemize, hem cemaatse cemaate, yargı sürecine, içeride bulunan tutuklu arkadaşlarımıza tesir eden hiç yaşanmaması gereken konular olduğuna inanıyorum.11 ayda cemaat gelecek F.Bahçe'yi ele geçirecek gibi en ufak hareket, ima görmedik. Başbakanımız da bu konuya uçakta cevap vermiştir. Onun için bu konuları kapatalım. Çünkü benim 20 milyon taraftarım varsa bu 20 milyon taraftarımın 2-2.5 milyonu da cemaat mensubu arkadaşlarımızdır. Onlar da F.Bahçemizin başarılı olması için benim kadar iyi niyetli olarak onlar da dua etmişlerdir.”

Ee sonra ne oldu?

Ofsayt 2…

Şimdi hükümet cemaat karşı karşıya ve yine aynı senaryoyla yüz yüzeyiz.

Ne Özdil, ne Genç, ne de diğerleri okudu 7000 sayfa tapeyi.

Okuyan adam bu kadar tek taraflı ve kör şeyler yazmaz, söylemez.

Tutturdular bir türkü, söyle babam söyle…

Çık dışarıya az bir bak… Bir cevap ver mesela…

Sportif yargıyla adli yargıyı karşılaştır…

Dön UEFA’nın kararlarına bak. Dön CAS’ın kararlarına bak.

Hatta PFDK’ya bak yahu. O kadar çarpıtmaya, o kadar çabaya, o kadar çalışmaya rağmen “şike yoktur” diyemeyen TFF’ye bak. İbrahim Akın’ın aldığı cezanın gerekçesine bak. Diğerlerinin cezalarının gerekçelerine bak. Şikeyi teşebbüsle sınırlandırmaya çalışanların, “maç sonucunu etkilemekten” ötürü verdiği cezalara bak. Vermek zorunda kaldıkları cezaya bak…

Geçiniz arkadaş komploları, oyunları…

Bazen her şey sadece göründüğü kadardır. Basittir.

Aziz Yıldırım ve yöneticileri, menajerler aracılığıyla ya da direkt olarak, diğer kulüp başkan, teknik direktör ve oyuncularını ayartmak suretiyle Fenerbahçe kulübünün lehine şike yapmıştır.

Bu kadar.

Arkasında daha ne arıyorsun?

Şike yok diyebiliyor musun?

Hayır.

"Kupayı alma" diyorsun ama "kupayı hak etmiyorsun" diyebiliyor musun?

Hayır.

Bitti o zaman. Operasyonu kimin ne niyetle yaptığını tartıştığınız kadar suçu lanetlemediniz.

Trabzonspor’a kupayı alma diyene kadar şikeyi cezasız bırakmayın, futbolu temizleyin diyemediniz.

Diyemiyorsunuz.

Korkuyorsunuz.

Korkaksınız çünkü.

Hesaplısınız.

Maksatlısınız.

2010-2011 Şampiyonu Trabzonspor’dur.

UEFA, CAS, Mahkeme, Yargıtay ve en önemlisi vicdan onaylı…

Gerisi laf-ı güzaf.


Size hayırlı işler…

9 Aralık 2013 Pazartesi

Bitti

Futboldan, futbolla ilgili yazı yazamayacak kadar soğudum.

Takriben ortaokuldan bu yana futbolla iç içeyim. Koyu Trabzonsporlu bir baba, iki erkek kardeş, amca ve dayıoğullarıyla beraber, hep erkeklerin arasında, biraz da onlara benzeyerek büyüdüm. Zaman içerisinde onların sohbetine o kadar alıştım, yaklaşımları o kadar aşina gelmeye başladı ki, bir aile toplantısı olduğunda kadınların yanında durmaktansa babamın dizinin dibinde, amcalarla bir yetişkin gibi konuşmayı tercih eder oldum. Çünkü onlarla konuşacak çok fazla şeyim vardı, onlara söyleyecek çok sözüm vardı. Futbol, hayatımdaki en önemli adam olan babamla daha fazla konuşabilme fırsatını vermişti bana. Onunla daha çok vakit geçirmeyi, onun beni daha fazla dinlemesini sağlıyordum futbola biraz daha yaklaştıkça. Onu daha çok dinleme, onu daha iyi anlama şansım oluyordu. O bana Trabzonspor’u anlatıyor, ben onun Trabzonspor’unu seviyor, biz Trabzonspor’a daha çok sarılıyorduk beraber. Nitekim ilk maçıma onun elini tutup gittim. İlk formam ondandı. Futbolu hayatıma bu kadar fazla katarken, en büyük destekçim oydu. Futbola dair bir meslek seçerken de öyle. Seçtikten sonra da… “Futbol asla sadece futbol değildir” sözü çok doğru olmakla beraber fazlasıyla da izafi. Futbol sadece futbol değildi benim için evet. Futbol, babasına hayran bir kız çocuğunun, onunla daha fazla vakit geçirebilmesini sağlayan bir araçtı aynı zamanda. Futbol bir yetişkin gibi kabul edilmekti. Bir kız çocuğu olarak erkeklerin oyunu olarak bellenmiş bu spora hakimiyetinle insanları şaşırttığın, farklılık yarattığın, hafızalara kazındığın bir şeydi futbol. Ortaokulda akran hemcinslerin şiir defterleri, günlükler tutarken, senin hafta hafta tüm detaylarını ve yorumlarını yazdığın maçlarla dolu Trabzonspor ajandan olmasıydı. Yazdığın her satıra bir parça bordo mavi katmaktı futbol. Mektuplar yazmaktı, marşlar yazmaktı, ona dair her şeyi içer gibi okumak, izlemekti. Takım ismi önemsiz olmak üzere, kadroları baştan aşağıya tek tek sayabilmekti. Bir kız çocuğu olarak, gazeteye en arka sayfalardan başlamaktı. Bu “erkek oyununda” bir karşı cins olarak kendini bulmak, varlığını sergilemek, tabuları yıkmaya çalışmaktı.

Lise bitti. 17 yaşındaydım. Bordomavi.net’le tanıştım. 17 yaşından bu yana geçen 8 senede futbol ve Trabzonspor namına ne varsa içinde oldum… Doydum… Ne yazık ki çok doydum…

Son aylarda farkına vardım bu durumun.

Aslında doyumum hep hobim olan futbolu işim olarak seçmemle başladı belki de. Tarih 2010’du. Trabzonspor şampiyonluğa koşuyordu. Ben uyanık olduğum her anı futbolla geçiriyordum, yoruluyordum. Ama şampiyonluğun heyecanı diri tutuyordu futbola olan ilgimi. 2011 Mayıs’ında içimde paramparça oldu bir şeyler. Çok canım acıdı. Fakat o acı, futbola bağlılığımı da ayakta tutan en önemli şeydi. Derken Temmuz geldi. Neler olduğunu herkes biliyor… Yeni bir umut, bir dirilme olabilirdi. Ne yazık ki süreç sonunda bu dirilmenin zerresini dahi bulamasak da, içi boşalmış adalet sözleriyle avutulmuş ve umudumuz yitmiş olsa da, o dönemde futbolla bağımı koparmamak için yepyeni bir fırsat çıkmıştı önüme… Şike… Peşine düşecektim. Günlerim, gecelerim, saatlerim artık hep onunla geçecekti. Geçti… 2 sene… Neredeyse tam mesai. Tapeler ilk çıktığında, tamamını okuyan çok sayılı kişilerden biriydim muhtemelen. Avukatlar, Sabah gazetesi editörleri, ben ve birkaç kişi daha belki. O kadar tapeyi başka çılgınların zaman ayırıp okuduğunu sanmam. Gecem gündüzüm futbolun kirli figüranlarının küfür kıyamet alçaklıklarını okumakla geçiyordu. Rastladığım her yeni pisliği sosyal medyada paylaşıyor, haberlerini yazıyor, herkesin olan biteni görmesine katkıda bulunmaya çalışıyordum. Haftalarca okudum. Sonra yazdım… Yazdım… Hep yazdım… Çakma futbolsever yazarlara da yazdım, yalancı yorumculara da, sahtekar otoritelere de yazdım, kirli siyasete de, tüm alçak kurumlara da… Hepsine yazdım. Hiç kimseyi, hiçbir kitleyi kayırmadan, sözümü esirgemeden yazdım. Tepki gördüm. Düşmanlar kazandım. Mesleğimde başka alanlarda devam etme şansımı zayıflattım. Ama umursamadım. Yazdım… Hep yazacak bir şeyler vardı. Hep bir alçaklık çıkıyordu önümüze… Yapılan her şike organizasyonuna destek vermeye çalıştım. Peşine düştüm. Yabancı basını takip ettim gün be gün. Tercümeler yaptım. Araştırmalar yaptım. Karşılaştırmalar yaptım. Gözden kaçanları fark etmeye çalıştım. Çabaladım. Yazdım… Yine yazdım… Sıkıldıkça, bunaldıkça yazdım. Unutmamaya ve unutturmamaya çalıştım kaybedilenleri… Mustafa abiyi yazdım sık sık. Bir gün duyulsun artık diye diye… Bir gün duyuldu… En mutlusu bendim… Devam ettim yazmaya… Sonra bambaşka bir fırsat çıktı karşıma. Beni futbola bağlayan son bir heyecan. Danimarka… Hazırlanan bir makale, bir davet, bir yolculuk, heyecanlı bir sunum… Birkaç ayım da böyle geçti işte… İlgi insanı diri tutuyordu. Egolarımızın mahkumlarıyız. İlgi var ya, insanı harbiden dipdiri tutuyordu. Teşekkürler, tebrikler anlamlıydı… Ama bir gün… Bir gün bitti…

Danimarka’dan döndüm. Tükenmiştim.

Tükendim.

Şu an futbola dair hiçbir şeyin anlamı yok gibi. Yeşil zemin görünce yüzümü buruşturuyorum. Önce Anadolu kulüplerinin maçlarını izlemeyi bırakmıştım, sonra İstanbul’un ve en son ona sıra geldi… Ne acı… Trabzonspor’un maçlarını dahi izleyemez oldum… Gününü, saatini şaşırır oldum, gollerine yeterince sevinemez, heyecanını duyamaz, mağlubiyetine yeterince üzülemez oldum. Soğudum… Buz gibi soğudum…

Belki bunca zamandır yaptıklarımızın yönetimler bazında ayaklar altına alınmasıydı bu soğuma evresine hız kazandıran, belki de gerçekten yılların yorgunluğu. Ama saçmalıyorum belki de… Şımarıkça bir şey de olabilir bu… Ömrünü futbola adayıp hala onun peşinde olanlara bakıp, “yılların yorgunluğu” demenin o kadar da mantıklı olmadığını görüyorum. Burası o kadar karanlık, bu oyun artık o kadar çirkin ki... Olmuyor. Sebeplerim çok. Evet biliyorum. Ama açıklayamıyorum… Belki karakterle alakalı bir şey bu. Bunca zaman zorladım, devam edemiyorum.

Bunun üstesinden gelebilir miyim, yeniden futbola ve Trabzonspor’a sarılabilir miyim bilmiyorum.

Şaka değil.

Tükendim.

Bitmiş hissediyorum.

Her şeyi bitirmiş hissediyorum… 

15 Ağustos 2013 Perşembe

1983... Hafızalardan Silinmeyecek Inter Zaferi...

Sene 1982-83 sezonunu Fenerbahçe’nin 2 puan gerisinde ikinci sırada tamamlayan Trabzonspor, bir sonraki sezon UEFA Kupası’nda mücadele etme hakkı kazanmıştır. Bordo mavililer bu kez çok zorlu bir rakiple eşleşmiştir: İtalyan devi Inter.

Trabzonspor’un Inter’le eşleşmesinin ardından Milliyet gazetesi Inter’i kampında ziyaret etmiş ve güzel röportajlar yapmış. Bu röportajlarda teknik direktör, defans oyuncuları Collovati ve Bergomi, (İtalyan milli takımının da vazgeçilmezlerinden, ayrıca o dönemde halen İtalyan ordusunda da askerler) ortak ağızla “rakibimizi tanımıyoruz, işimiz zor, inşallah şanssız bir yenilgi almayız” diyorlar…

Inter’in yeni transferi Ludo Coeck ise “Trabzon’da işimiz zor. Hele Liverpool’un maç kaybettiğini duyunca uykularım kaçıyor” ifadelerini kullanıyor kura sonrası…

Teknik direktör Gigi Radice “Bugüne kadar Trabzonspor’u hiç izlemedim. Ama kalecileri ve takım kaptanı Şenol’un sık sık ismini duyuyorum. Bazı futbolcularım da tanıyorlar.” derken, en dikkat çekici sözleri ise şu oluyor:



Inter idari menajeri Mazolla ise maçtan önce oldukça iddialı. “Trabzonspor galibiyetini Boğaz’da rakı içerek kutlayacak zamanımız var” diyor Mazolla. “Milli takımın ve Trabzonspor’un kalecisinden bahsediliyor ama bizde Müller ve Altobelli gibi futbolcuları sanırım anlatmaya gerek yok” ukalalığından da vazgeçmiyor. Inter takımının en çok tanıdığı ismin de Şenol Güneş olduğunu anlıyoruz bu açıklamalarla…

Inter Trabzon’a şu kafileyle geliyor: Zanga, Ferri, Pasinato, Bergomi, Baretti, Collovati, Bini, Coeck, Hans müller, Altobelli, Marini, Sabato, Racchi, Serena, Baggelossi, Muraro, Bernazani, Meazza.

Galibiyet halinde 250’şer bin lira primin dağıtılacağı maçı Başkan Mehmet Ali Yılmaz “Liverpool’a yaptığımız azizliğin Inter için de tekrarlanması mümkün”  şeklinde yorumluyor…

Inter'in 1983-84 kadrosu...






ÖZYAZICI: MAHCUP OLDUK 

Bu arada çok hoşuma giden bir detayı da paylaşmak istiyorum. Trabzonspor’un Inter’le eşleşmesinin ardından oynadığı Boluspor maçı sonrasında Ahmet Suat Özyazıcı’nın bir açıklaması var ki evlere şenlik… Trabzonspor o maçta rakibine 1-0 mağlup oluyor. Tribünlerde de Inter gözlemcisi var. Özyazıcı aynen şu cümleyi kuruyor: “Bu maçta bizi izlemeye gelen İtalyan Inter takımının gözlemcisine de mahcup olduk.”

Nihayet maç günü geliyor. Aynı gün Papa’nın Türk kuşatması için “O gün Viyana’da sadece Viyana değil, tüm Avrupa ve Hristiyan dünyası savunulmuştu” demesi de ayrı bir ironi olarak duruyor.
Trabzonspor maçı Tuncay Soyak’ın 88. Dakikasındaki muhteşem golüyle 1-0 kazanıyor… Bu, Türkiye'nin futbolda İtalyan takımlarına karşı aldığı ilk galibiyet oluyor. 


Maça dair TRT belgeseli: http://www.youtube.com/watch?v=wY-HJNp9sWA

Diğer temsilcilerden Fenerbahçe mağlup olmuş, Mersin ise berabere kalmıştır... 

Milliyet gazetesinde maçla ilgili şu yorum yapılıyor:

“Daha Türkiye liginde boy göstermeye başlayalı 10 yıl olmayan Trabzonspor,  Liverpool zaferinin bir tekrarını yaşatırken, gün geçtikçe karanlıklaşan Türk futboluna bir mum ışığı ferahlığı verdi.”

Fenerbahçeli spor yazarı Devrim Sağıroğlu: 

“Çünkü Trabzonsporlu hırslıdır, inançlıdır, her şeyin ötesinde çok da inatçıdır. Güç işlerin üstesinden gelmeye bayılır…”

“Bu aslında bir gol değil, “Olmazın, olmaz” olduğunun kanıtı. Karadenizlinin “olanaksızlığı” tanımadığının kanıtı… Trabzonspor gerçeğinin kanıtı…”

Teknik direktör Ahmet Suat Özyazıcı maç sonrası şu ifadeleri kullanıyor: “Inter gözümüzde büyüttüğümüz kadar değilmiş. Trabzonspor büyüklüğünü büyük  maçta gösterdi.”

Rövanş öncesi İtalyan gazetesindeki karikatürden:
Anneciğim! Türkler geliyor!
Inter hocası ise umutsuz: “Tur için umutsuzum. İtalya’da işimiz zor. 9 numaralı Hasan’ı çok beğendim. İtalya’ya düşünceli dönüyorum.”

Sıkıntılı bir lig başlangıcı yapınca peş peşe gelen Beşiktaş ve Inter maçları için “Önce sözlü, sonra yazılı” diyen Özyazıcı, iki galibiyetin ardından göğsünü gere gere konuşuyor o gece:  Sözlüyü de yazılıyı da verdim. Başka sınav var mı?

Golün sahibi Tuncay: “Bu moralle beni kimse durduramaz. Gol atacağımı biliyordum.

İtalyan gazeteleri de maçtan sonra Trabzonspor’un iyi bir takım olduğunu ve İtalyan liginde rahatlıkla orta sıralarda yer alabileceğini yazıyorlar.

RÖVANŞTA HAKEM REZALETİ

İlk Inter maçı öncesi gazetenin FB ve
Trabzonspor'a ayırdığı yer farkı...
İkinci maç öncesinde takım umutlu. Zor da olsa başarabiliriz düşüncesinde… Gazeteler Trabzonspor’a güveniyor. Gelgelelim büyük bir hakem rezaleti sonucunda Trabzonspor iki şaibeli golle turu kaybediyor… Ceza alanı dışında yapılan faule penaltı çalan hakem Inter’in 1-0 öne geçmesine vesile olurken, ikinci golde de kaleci Şenol Güneş’e atılan yumruk es geçiliyor ve maç 2-0 tamamlanıyor.

Maç sonrası Aydın Begiter şöyle yazıyor Hakem Rezaleti başlıklı yazısında: “Yıllardır futbol dünyasının içinde çok hakem rezaletlerine şahit olduk. Ama dün geceki “Elbisesi gibi, ruhu ve vicdanı bu kadar kara” olanını ilk defa gördük.

Şimdilerin Beşiktaşlı TV yorumcusu Kaya Çilingiroğlu’nun çok iyi bir Trabzonsporlu olan babası Prof. Dr Kaya Çilingiroğlu ise “Inter top oynamadı, tekme tokat attı” diyor.

Maçı yorumlayan teknik direktör Ahmet Suat Özyazıcı durumu şöyle özetliyor: “Bu ortamda maçı ve turu geçmemiz söz konusu değildi. Benim yapabileceğim sahadaydı, saha dışına ben karışamam…”

Şenol Güneş de bir sonraki gün yediği golü şöyle anlatıyor: “Hakemin yanlış kararları bizi yıktı. İkinci golü yemeden önce topa çıkmıştım. Sağ gözümün altına bir yumruk geldi, neye uğradığımı şaşırdım. O anda gol oldu.”

İtalyan basını da durumun farkında. Ertesi gün çok çarpıcı başlıklar var. Birkaç örnek:

Corriera Della Sera: “Inter Trabzon’u önce dövdü, sonra yendi.”
Corriera della Sport: “Hakem Inter’e yardım elini uzattı.”
Il Messagero: “Hakem Inter’in bütün sertliklerine göz yumdu.”

İtalyan milli takımı eski teknik direktörü Fabri: “Sanırım hakem bir hayli torpilli idi.”

Maçın ertesi günü Milliyet...

"GAYE VASITAYI MEŞRU KILACAK..."

Maçtan iki gün sonra yine Prof. Dr. Kaya Çilingiroğlu’nun bir köşe yazısı var konuya dair. O günden bugünlere ışık tutan bir yazı adeta. Önemli bölümlerini paylaşmak isterim:

“Spor artık bilinen anlamını kaybetmiş ulusların propagandasını yapan ve kişilere çıkar sağlayan bir OYUN olmuş. Herkesin gözleri önünde oynanan bu tiyatroyu durduracak güç de yok sanırım… Trabzonspor’un değil spor, hatta insanlık dışı sanırım bu konuda saldırılarla 30 bin kişinin gözleri önünde saf dışı kalışı bu konuda söylenecek başka bir şey bırakmadı. Trabzonspor’un dayak, evet dayak yedirile yedirile yendirilmesine mi, yoksa o temiz spor anlayışının yok edilişine mi üzülmek lazım. Herhalde sonuncuya üzülmek lazım. Makyevelizmin spora da büyük boyutlarda eriştiği bu ortamda maalesef gaye vasıtayı meşru kılacaktır”

Trabzonspor Avrupa’ya bir kez daha erken veda ediyor, ancak Türkiye’nin gururu olmaya da devam ediyordu. Bordo mavililer, 28 sene sonra aynı gün, bu kez Milano’da Inter’le karşılaşacak ve yine tek golle Inter’i devirmeyi başaracaktı. Tesadüf mü demeli, kader mi bilemiyorum…

PARAYA KARŞI TRABZONSPOR'UN SAVAŞI

O sezona geri dönecek olursak… Sezon öncesi bir haberde ligin en pahalı takımlarının sıralamasına denk geldim. İlk altı sırayı paylaşmışlardı. Değerlerine göre takım sıralaması şöyleydi:

Fenerbahçe 53,5 milyon,
Galatasaray 48 milyon,
Beşiktaş 42 milyon,
Denizlispor 27 milyon,
Sakaryaspor 25 milyon,
Ankaragücü 24 milyon

Yapılan yoruma göre Trabzonspor’un futbolcuları arasında 1 milyon değer biçilen bile yoktu. Tabii o zamanlar yapılan sözleşmelerdeki şaibeler, garip ödemeler ve vergi sistemi bilenlerin yorumlayacağı iş. Ancak Denizlispor, Sakaryaspor ve Ankaragücü kadar bile maddi değeri olmayan kulüp, o sezon yine şampiyon olmayı başaracaktı. Trabzonspor’un 2010-2011 öncesindeki son şampiyonluğu, o sezon gelecekti…



Yine aynı yılın önemli haberlerinden biri de Ali Kemal’in sezon başlamadan önce 10 Ağustos 1983 tarihinde, Beşiktaş ile Trabzonspor’un karşılaştığı bir jübile maçıyla futbol hayatına veda etmesiydi. Futbola İskefiyespor’da başlayan Ali Kemal, Trabzonspor’dan sonra Fenerbahçe’ye transfer olmuş ancak orada istediğini bulamamış, 30 yaşında Beşitaş’a transfer olduktan sonra siyah beyazlıların uzun yıllar süren şampiyonluk hasretine son vermesinde büyük rol oynamış ve nihayetinde 10 dakikasında sahada olduğu bir jübile maçıyla fırtınalı kariyerine son vermişti. Türk futbolunun gördüğü en büyük oyunculardan biri olan Ali Kemal’in jübile maçı, Trabzonspor’un 2-1 üstünlüğüyle son bulacaktı…

O jübile maçı öncesine, sonrasına ve Inter maçı öncesindeki Beşiktaş maçına dair birkaç karikatür ve yorum...


Ahmet Suat Özyazıcı'nın anlamlı isyanı...


Trabzonspor, Beşiktaş'ı jübile maçından sonra ligde de mağlup etmeyi başarıyor. 10 Eylül 1983


"Dört büyük" denilen kulüplerde tek Türk teknik direktör Ahmet Suat Özyazıcı'dır o sezon...
Trabzonspor maçındaki bu karedeki Beşiktaşlı kim sizce? Ben söyleyeyim: Ziya Doğan. O maç bir de kırmızı kart görmüş...
:)
Trajik...
En komik yasak...

15 NİSAN 1984 



1984-84 sezonundaki FK Dnipro maçları da bir sonraki yazıya...

13 Ağustos 2013 Salı

1982... Alman Panzerlerine Boyun Eğiş

Trabzonspor'un Avrupa serüvenine dair gazete arşivlerinde kalmış detayları paylaşmaya devam edelim...

Son olarak Polonya temsilcisi Szombierki Bytom'a elenişimizi anlatmıştık. Takip eden yılda Dinamo Kiev'le mücadele ettiğimiz tura dair de zaten daha önceden yazmıştım. Dolayısıyla 1982-83 sezonuna geldik. Bu kez Trabzonspor'un rakibi bir Alman takımıydı: Kaiserslautern.

15 Eylül 1982'de, deplasmanda oynanacak ilk maç öncesinde Trabzonspor teknik direktörü Ahmet Suat Özyazıcı taraftarlarına böyle moral veriyordu:


Gerçekçi ve açık sözlü Ahmet Suat hocanın bu sözleri boş değildi. Zira Trabzonspor ilk maçta rakibine 3-0 mağlup olarak az olan tur şansını imkansızlaştırıyordu. 2001-2002 senesinde teknik direktör olarak Trabzonspor'u çalıştıracak olan Hans-Peter Briegel de o maçta biri serbest vuruştan, diğeri penaltıdan olmak üzere iki gol kaydederek, gelecekteki takımına ağır darbe vuruyordu. Briegel'in ilk golünün güzelliğini de es geçmemek lazım...


Maçın özetinden de görüleceği üzere üçüncü gol öncesinde tribünler karışıyor, kaleci Şenol Güneş seyircileri yatıştırmaya çalışıyordu. Alman ve Türk seyirciler arasında çıkan olaylar tribünlerden stat dışına da yansıyor ve gazetelerin yazdığına göre hastanelere sedyelerle yaralı taşınıyordu. Ahmet Suat Özyazıcı ise yine bildiğimiz gibi dobraydı...



40 bin kişinin maçı izlediği Betzenberg Stadı'ndaki mağlubiyetin ardından rövanş maçı günü gelip çatıyordu.

Bu sırada dönemin büyük dolandırıcılarından Banker Kastelli yakalanıyor, Monako prensesi Grace Kelly geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybediyor, bu olay tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de büyük yankı buluyordu.

Velhasıl, 29 Eylül 1982 günü, 10 bin 655 biletli seyircinin karşısında iki takım sahaya çıkıyordu.

Maç öncesinde örnek futbolcu seçilen Şenol Güneş, Beden Terbiyesi Genel Müdür Yardımcısı Tolga Yağızatlı’nın elinden altın madalya alıyor, Futbol Federasyon ve Spor Toto Teşkilatı da yine oyuncuya birer gümüş kupa armağan ediyordu...

Fakat Trabzonspor'un maçtaki kaderi yine değişmiyor, 3-0'lık skor yineleniyor, Briegel yine takımının iki golünü atıyor ve bordo mavililer kupaya ilk turda veda ediyordu. Maçtan iki gün sonra gazetede çıkan kritik gerçekçiliği ve neredeyse bugün dahi güncelliğini korumasıyla dikkatleri çekiyordu... "3 gol yiyoruz, iyi oynadık diyoruz. Beş gol yiyoruz, şanssızlıktan yakınıyoruz..." 
x


İkinci maçın özetini de aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz. Bu maçlar sırasında dikkat çeken bir başka detay da şu: o dönem Özkan Sümer’in çalıştırdığı Galatasaray, Avrupa Kupalarında mücadele eden kulüpler arasında tur atlayan tek takım olmuş. Galatasaray, deplasmanda 2-1 mağlup ettiği Finlandiya ekibi Kuusysi’yle (Lahti) kendi evinde 1-1 berabere kalarak tur atlamış. Bir sonraki turda ise Austria Wien’e evinde 4-2 mağlup olarak, deplasmandaki 1-0’lık galibiyetine karşın elenmiş. Özkan Sümer'in tur atladıkları ikinci maç sırasında tam 50 sigara içtiği de yazılmış...


Bir sonraki yazı, meşhur Inter zaferi üzerine olacak... 

Görüşmek üzere diyelim... 

25 Haziran 2013 Salı

Kumral Bir Çocuğun Yaz Öyküsüydü Bu...



Kumral bir çocuğun yaz öyküsü bu
Şarkılarla geçtim aranızdan…

Çok uzun süredir huzurlu uyumuyorsun. Seni rahatsız eden bir şeyler var. Gazeteler, internet, televizyon programları sana hüzünden başka bir şey vermiyor. Yorgunsun. Yıpratıldın. Bir mayıs gecesi uyudun ve hala kötü bir kabusun pençesindesin sanki. Çok sevmiştin. Çok istemiştin biliyorum. Aklın hala almıyor bana kalırsa. Bir ölü var ve onu gören yok. Ölü sensin. Ölü hepimiziz. Bunu hak etmemiştik biz…

Sömürüldün. İki senedir hep birileri bir şeyler söyledi. Kimi umut verdi, kimi törpüledi heyecanını. Kaybettin inancını. Bu memleket seni beni istemiyor burada… Sevilmiyorsun. Fazlalık gibi hissediyorsun kendini. Hepimiz öyle hissediyoruz. Haklısın. Çok yanlış anlaşıldık…

İçim sıkılıyor. Sandım ki beklediğim o haber geldiğinde havalara uçacağım. Çok sevineceğim. Yok… Hissettiğim tek şey yorgunluk ve hüzün… Biraz da rahatlamışlık hissi var. Geride bıraktıklarımıza bakınca, kederlenmeden edemiyorum. Neleri yasak etmişler bize… Neleri almışlar elimizden…

Sevmesem öyle kolay çekip gitmek
Yaralı bir kuş gibi…

Defalarca vazgeçmek istedin. Olmadı. Biliyorum. Çünkü ben de yaşadım. Hepimiz birbirimizin aynısıyız. 2 yıl önce ciğeri deşilmiş yüz binlerce insanız. Günde 8 saat uyku, 8 saat iş, üç öğün yemek, birkaç saat internet, 24 saat Trabzonspor… Senin için böyle. Benim için de. Biliyorum. Aynıyız seninle…

Hayatının bu kadar orta yerine yerleştirdiğin şey bir futbol takımı da olsa, senin için yaşayan, nefes alan bir organizma sanki. Nefesini kestiler. Kabullenemiyorsun. Sindiremiyoruz… Sindiremedik yani. Olmadı. En zoru da bu… Gözünün önünde duruyor her şey. Evet herkes de görüyor aslında ama yok sayıyor. Hiçbir şey yapamıyor gibi hissediyorsun. İçin sıkılıyor… Ağlıyorsun. Uğruna ağlamaktan utanmadığın tek şey Trabzonspor’un… Biliyorum. Benim de öyle…

Yalnızlar gibi susup uzun uzun
Düşlüyorum bu kenti, son bir aşk gibi

Tersi olsaydı diye düşünüyorsun sık sık. Bu yaz öyküsü hüzünlü olmasaydı mesela. O mayıs gecesi uyumasaydın. Yıllardır hayal ettiğin gibi sokaklarda olsaydın, bayraklarla formalarla kornalarla şenlendirseydin şehrini… Nasıl olurdu sorusu kafanı kurcalıyor. Neden olmadı sorusuna gelince bir küfür daha savuruyorsun. Kurduğun düşe dönmek istiyorsun. Ama yitti görüntüler, kayboldular. Gerçek değillerdi. Gerçek olsalardı… Kim bilir…

Terk ediyorum bu kenti
Ah, ölüler gibi…

Düşlerin seni terk etti. Umudun da beraberinde. Ama sen hırçın ve inatçıydın. İnanmasan da “bir şeyler yaptım, mücadele ettim” diyebilmeliydin. En çok korktuğun şey yarın çocuklarına karşı boynunu eğmek olacaktı. O günler için savaştın. İnanmayacaksın belki ama, bu kez kazandın…

Senin zaferlerin hiçbir zaman coşkulu kahkahalarla gelmedi zaten. Hep sancılı, hep bol gözyaşlıydı geçmişin. Yine öyle oldu. Biliyorum. Ben de aynı yoldan geçtim. Dedim ya, biz birbirimizin aynısıyız. Aynasıyız…

Yürürken geride çok insan bıraktık. Mustafalar, Şerefler, Seferler, Bünyaminler, Serhatlar, Kazımlar…

Bir cephede omuz omuza mücadele eden askerler gibiydik. Çok kayıplar verdik. Aslında tam olarak kazanmış sayılır mıyız bilmiyorum o yüzden. Bakma emin konuştuğuma. Benim de içimde bir şeyler eksik hala. Kalbimizin bir diğerine göre daha güçlü olması bizi kazanan yapmamalıydı belki… Ya da uykulu gözlerimiz bir tırın altında karanlığa boğulunca kaybetmiş olmamalıydık… Biz bayrağın göndere çekildiğini izleyebildik, şanslıydık sadece. Esas kahramanlar onlardı. Bugün sen de en çok onları andın. Biliyorum…

Neyse kardeşim. Demem o ki, yolumuz bitmedi.

Ama inan ki kara göründü bu kez…

Biraz daha gayret. Biraz daha sabır. Az daha çaba…

Az kaldı…

Gözyaşlarını sakla…


30 Mayıs 2013 Perşembe

Inter Fatihinin Hocası Alper Boğuşlu

Kasım 2011

Inter fatihinin hocası Trabzonspor Kaleci Antrenörü Alper Boğuşlu, Medyaspor'a konuştu...

Trabzonspor – Inter maçı vesilesiyle çıktığımız Trabzon seyahatinin en önemli kısmı, Trabzonspor’un başarısının görünmez kahramanlarından biriyle yapacağımız röportajdı. Tolga Zengin gibi, Onur Recep Kıvrak gibi ligin sayılı kalecilerinin antrenörü; Alper Boğuşlu ile görüşecektik. Henüz 23 yaşında harikalar yaratan Onur’un yanı sıra, Trabzonspor’daki kariyeri sıkıntılı başlamış ve fakat inanılmaz bir dönüşümle şu anda ligin şüphesiz en formda kalecisi olmayı başarmış Tolga’nın hocasıyla yapacak olduğumuz görüşme, bordo mavililerin son yıllarda elde ettiği başarının sırlarını verecekti bize. Beklediğimiz gibi de oldu… Alper hocanın, sadece iyi bir antrenör değil, iyi de bir ağabey, öğretmen, akıl hocası olduğunu anladık… Şenol Güneş ile Alper Boğuşlu’nun bir arada olduğu yerde başarı sürpriz değildi gerçekten de…

Röportajda kendisiyle buluştuğumuzda ilk göze çarpan Alper hocanın şıklığı ve nezaketiydi. Inter maçının ertesi günüydü ve doğrusunu söylemek gerekirse aklıma gelen ilk şey, Alper hocanın “İtalyan karizması” fenomenini yerle bir ettiğiydi. Tavrı, sözleri ve düşün dünyasıyla çok daha fazlasını vaat ettiğini sohbetimiz sırasında anlayacaktık…

Röportaj dışında yaptığımız özel sohbette aktardığı anekdotlardan edindiğim şahsi kanaatimce, sıcak yaklaşımının yanı sıra, aynı zamanda çok da disiplinli bir hocaydı Alper Boğuşlu. Ortadaki net başarıya bakılırsa, zaten olması gereken de bu demek zor değil.

Alçakgönüllülüğü elden bırakmadan başarısını sindirebilmiş,  oyuncularına sahip çıkan, Trabzonspor kimliğini sırtlanmış bir hoca vardı işte karşımızda.

Stresi yüksek maça hazırlamak için, bazı kısımlarının altını özellikle çizdiği kitapları oyuncusuna hediye ederek okumasını isteyen Alper hocanın verdiği cevaplar da tam anlamıyla “kitap gibiydi”…

İşte sadece Trabzonsporluların değil, aynı zamanda tüm futbolseverlerin de bu vesileyle tanıması gereken Alper Boğuşlu ve onun “yolculuğu”…

YOLUM, YÜRÜDÜKÇE İNŞA OLUYOR”

Hocam öncelikle Alper Boğuşlu’nun futbolculuk geçmişini kısaca aktaralım okuyuculara. Şenol Güneş’ten sonra Trabzonspor kalesini devraldığınızı biliyoruz. Arkasından uzun yıllar Kocaelispor’da oynadınız. Futbolculuk yolculuğunuzu kısaca anlatabilir misiniz bizlere?

"Yolculuk" dediniz... Bu çok önemli bir kelime... Hep düşünürüm; hepimiz bir yolculukta olduğumuzu idrak edebilsek hayat ne kadar güzel olurdu. Futbolculuk da benim mesleğim yani "yolculuğumun yolu" oldu. "Meslek" de zaten "yolculuk edilen yol" demek...

Yalnız bu yolun bir özelliği var... Bu yol yürüdükçe inşa olunuyor... Yolumu nasıl inşa etmiş olduğumu görmek istediğimde ise yolun kendisinden daha çok, gözüm hep kıyılarına kayar...

Sonra fark ettim ressamın yaptığı bir yol resminde veya bir yol fotoğrafında da yola güzellik katan hep kıyıları. Eğer bir yolun güzel kıyıları yoksa yolun varlığı da anlamsızdır.

Anladım ki yolu sadece kendi yürümemiz için yapıyoruz ama kıyılarına, "çevremizdeki insanları düşünerek" daha fazla itina göstermeliyiz...

Yani şunu söylemek istiyorum... Evet benim mesleğim futbolculuk ve bu yolda yürüdüm, yürürken yolu inşa ettim ama insanlara mutluluk ve yaşama sevinci verecek kıyılar inşa etmeye daha çok dikkat ettim. Eğer şimdi yolculuğumu yolumun kıyılarına bakarak kısaca anlatırsam:

Adalet ve şefkatimi; vicdan çiçekleriyle ektim... İnsanlığa hizmet etmek için, serin gölgeler veren palmiyeler diktim, yorulan yaşlılar dinlensin,  parklar yaptım, çocuklar oynayabilsin...

Yol ise; Trabzonspor minik takımında başladım, yıldız, genç takımlarında oynadıktan sonra 1980 yılında Trabzonspor'da profesyonel oldum, 8 yıl buradaydım. 1 dönem Sebatspor'da, 1 dönem Göztepe'de, 1 dönem de Kayserispor'da kiralık oynadım. 1988 Ankara PTT, 1989 Kuşadası ve 1990’dan sonra 9 yıl Kocaelispor'da, son olarak da 1999 Adanademirspor'da  20 yıllık profesyonel kalecilik kariyerimi noktaladım...

2000 yılında Kocaelispor'da kaleci antrenörlüğüne başladım, Trabzonspor, Ankaraspor, G.Antepspor, İstanbulspor, Konyaspor, Ankaragücü, Gençlerbirliği ve Trabzonspor'da yeniden kaleci antrenörü olarak başladım, görevim devam ediyor...

Şimdi Şenol Güneş’le birlikte çalışıyorsunuz. İki eski kaleci, Trabzonspor’un başarısı için mücadele veriyorsunuz. Hep malum bir tartışma vardır; iki zıt noktada durur. Bir kısım kalecilerden iyi antrenör olmaz derken, diğerleri de oyunu daha iyi okuyabildiklerini ve bu işte başarılı olabileceklerini söylerler. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Aslında Şenol Güneş ve sizin başarınız bu sorunun cevabı da sayılabilir mi?

Çok tartışılan ve yumurtaların tokuşturulmasına kadar varabilen bir konu bu... Ben daha farklı bakıyorum... Biz oyunu okumaktan daha çok yazıyoruz... "Okumak" deyince bitmiş, yazılmış olanı okumak gibidir... Ve eğer bir oyun sürmekteyse, bitmediyse henüz onu istediğimiz şekilde yazabilme olanağına sahibiz demektir.  Rakibin oyununu okuyabilmek beceri ise, onun okumaya çalışacağı bir oyun yazabilmektir asıl büyük beceri. Bizim de bütün çalışmalarımız bu yönde.

“TOLGA İNANILMAZ, HAYRANLIK UYANDIRICI”

Türkiye’nin şüphesiz en formda, en sağlam kalesi Trabzonspor’a ait. Şimdi isterseniz tek tek onlardan bahsedelim. İlk olarak tabii ki Tolga Zengin var ki karşımızda, sanırım herkese örnek olabilecek bir hikaye onunki. Trabzonspor kalesine ilk geçtiği Galatasaray maçında, 4-0’lık talihsiz bir maç çıkarmış ve sonrasında da kariyeri pek istediği gibi gitmemişti. Uzun süre yedek bekledi. Hatta son bir buçuk-iki senesinde, 22 yaşında genç bir kalecinin, Onur’un yedeğiydi. Ama Tolga bu süreçte inanılmaz bir gelişim gösterdi ve geçen yıl kaleyi devraldığından beri herkesi kendisine hayran bırakıyor. Böylesi keskin bir değişimin sebebi neydi, nasıl oldu?

Sadece Tolga'da değil öğrencilerimin hepsinde "inanılmaz-hayranlık uyandırıcı" diye nitelendirilen gelişimler görülebilir. Ancak; dışarıdan "inanılmaz"  olarak görülebilen gelişmeler hem benim hem de öğrencilerim açısından çok doğal görülüyor.

Hatta, yapabileceklerimizi hem çeşitli sebeplerle istediğimiz gibi yapamadık hem de yapabileceklerimizin henüz başındayız. Önümüzde uzun ve üç kulvarlı bir maraton var... Bir de Türkiyemize, Trabzonsporumuza karşı sorumluluklarımız... Tolga'nın üzerinden konuştuğumuz niteliklere bütün takım olarak sahip olduğumuzu ortaya koymamız lazım.

Tolga’nın durumuna özgüven farkı da denebilir mi?

Oyuncunun özgüveni potansiyelidir, gizildir... Bunu görebilmemiz ancak oyun esnasında olanaklıdır. Oynanan oyun da yürünen yol gibidir. Özgüveni arttırabilir... Ancak; biz öncelikle yaptığımız çalışmalarla ve verdiğimiz emekle özgüvenimizi kazanırız. Bir hata ile veya yenilen goller ile özgüven kaybedenler; aslında yeteri kadar çalışmadıklarını ve gereken emeği harcamadıklarını bildiklerinden, oyuna tam anlamıyla kendilerini veremez ve bu duruma düşerler.

Evet; Tolga'da bir özgüven farkını görebilirsiniz... Bence bunun sebebi hiç yılmadan çalışması, üstün bir emek harcamasıdır. Ama özgüveni olmasaydı, sizin söylediğiniz olaylardan sonra bu kadar inançlı çalışabilir miydi?

“ONUR GİBİ SAĞLAM KARAKTERLİ OYUNCULAR…”

Haklısınız hocam. Az önce Tolga ve Onur’un arasındaki yaş farkından bahsettik. Euro 2012 grubunda Belçika’yı 3-2 mağlup ettiğimiz maçtan sonra, iki talihsiz gol yiyen Onur’un üstüne çok gidilmişti. Ben o zaman Tolga’nın bir röportajını hatırlarım. Müthiş bir heyecan ve biraz da öfkeyle Onur’u eleştirenlere cevap veriyordu. Çok genç olduğunu, ona sahip çıkılması gerektiğini söylerken o kızgın halinden, nasıl samimiyetle Onur’u desteklediğini anlamıştım. Zaten maçlarda da yedek kulübesinde her halinden Tolga’nın çok olgun ve egolarından sıyrılmış olduğunu görebiliyorduk. Sağlam bir karakter istiyor bu durum. Siz, ikisi arasındaki bu diyaloga yakın şahit olanlardansınız. Bu durum için ne diyeceksiniz? Tolga’nın yükselişinde, bu tavrının ne kadar etkisi var sizce?

Bir başka röportajımda söylemiştim: "Tolga önce Tolga,  sonra kaleci" diye... Siz de aynı noktaya parmak bastınız... Hepimiz bunu çok iyi anlamalıyız diye düşünüyorum.

Peki o zaman sözü gelmişken Onur’dan devam edelim hocam. Henüz 23 yaşında, gencecik bir kaleci. Trabzonspor’un uzun süredir yaşadığı kaleci sorununu çözen isim. Sakatlığını atlattı, ama Tolga da çok formda. Şu an Onur’un form durumu nedir? Oynayamaması onu etkiler mi sizce?

Onur, her zaman Trabzonspor'un kaleciliğini taşıyabilecek karakterde ve formdadır. Evet, yaşı çok genç ve önünde başarılarla dolu bir kalecilik yaşamı uzanıyor... Yani inşa edeceği yol epey uzun... Eminim kendisi de kıyılara gereken önemi verecektir. Onur gibi sağlam karakterli oyuncular oynamamaktan etkilenseler bile bu olumlu yönde olur.

“HOCALARI OLMAKTAN DOLAYI MUTLUYUM”

Zeki Ayvaz ve Bora Sevim var bir de hocam. Forma şansı bulamayan oyuncular. Zeki daha çok genç zaten altyapıdan çıkan bir oyuncu. Onun geleceğini nasıl görüyorsunuz? Kaleyi devralabilecekler mi ileride?

Bu kendilerine ve çalışmalarına bağlı, tabii ki haklarını er yada geç alacaklar ve layık oldukları yerlere gelecekler... Her iyi kalecinin geçmişinde yedek kalmalar veya kadroya girememeler olmuştur. Tolga ve Onur'un bulunduğu bir ekibin elemanı olmak onlar için de büyük bir fırsat. Ben de böyle karakteri sağlam ve yetenekli dört kalecinin hocası olmaktan dolayı çok mutluyum.

Hocam kalecilik en zor mevkii diyebiliriz futbolda herhalde. 90 dakika harika bir maç çıkarıp, son saniye kötü bir gol yeseniz tek suçlu siz olursunuz. İşin psikolojik tarafı epey ağır. Siz kalecilerinizi maça hazırlamak için ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz? Sadece taktiksel ya da fiziksel değil de, mental olarak yaptığınız hazırlıklar nelerdir?

Mental demek aslında tam olarak "zihinsel ya da akli" demektir. Sadece mental hazırlıklar yeterli olmaz... Kupkuru kalır ve istenilenin aksi sonuçlar verir. Tabii ki ders niteliğinde konuşmalarım da olur. Ama biz ekip olarak sohbetler yaparız... Gönül bağımızı güçlendiririz... Birbirimize ne kadar güvendiğimizi sözlerimizden çok bu muhabbetlerimizde, dostluklarımızda görürüz.

KAPASİTEMİZİN ÇOK ALTINDAYIZ”

Biraz ligdeki gidişattan bahsedelim hocam. Trabzonspor kadrosunda ciddi değişiklikler olmasına rağmen hem Şampiyonlar liginde hem de ligde yoluna başarıyla devam ediyor. Siz Trabzonspor’un genel performansıyla ilgili içeriden biri olarak ne düşünüyorsunuz?

Kapasitemizin henüz çok altında olduğumuzu düşünüyorum. Kadromuzun yeniliğini ve uyum sürecini göz önüne alırsanız bana hak verirsiniz. Zamanla çok çok daha iyi olacağımızdan eminim... Bu arada taraftarımızın destek ve sabır göstermesi de bize şevk veriyor.

Bu noktada şunu soralım hocam: Belki de biraz ezberci bir tavırla Trabzon’a gelen oyuncuların önemli bir kısmı şehirde baskının yüksek olduğunu söyler. Siz buna katılıyor musunuz? Böyle küçük bir şehrin her şeyiyle futbola odaklanmış olması, futbolcunun aklını da sürekli futbolda tutmaz mı bir anlamda?

Sosyolojik ve kültürel bir tahlil yapmak gerekir. Böylece bir tartışmaya girmek istemem. Ancak, kısaca şunu söyleyebilirim ki; bazen olumlu olduğu gibi olumsuz da olabilir.

Tekrar lige dönersek; şike soruşturması bu sezon futbolu gölgede bıraktı diyebiliriz hocam. Bu süreç Trabzonspor’a nasıl yansıdı? Futbolcuların üzerinde olumlu-olumsuz bir etkisine şahit oldunuz mu?

Bütün Süper Lig takımlarını ve oyuncularını olumsuz etkileyen bir süreçten geçiyoruz. Ama biz işimize bakmalıyız... İyi futbol oynamak ve başarılı olmak zorundayız.

“TOLGA’YA DEĞİL, MİLLİ TAKIMA HAKSIZLIK”

Hocam Tolga’nın üstün performansından bahsettik. Milli takıma da davet edildi. Fakat son Hırvatistan maçlarının ilkinde 18 kişilik kadroda bile yer almaması çok eleştirildi. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir? Tolga’ya haksızlık edildiğini düşünüyor musunuz?

Tamamıyla böyle. Hatta "haksızlık" sözcüğünü kullanmak bile bence hafif kalır... Bu durum öncelikle de Milli takımımıza karşı yapılan bir haksızlıktı. Ama artık bu konuda fazla bir şey söylemek de istemiyorum. Üzücü sonuçlar da ortadayken konuşmak kolaycılık olur diye düşünüyorum.

BURAK’A KARŞI OYNAMAK…”

Kalecilerin dışında Trabzonspor’da bir de Burak Yılmaz gerçeği var. Eski bir kalecisiniz, kaleciler yetiştiriyorsunuz. Burak gibi bir oyuncuya karşı oynamak oldukça zor olurdu kaleci olarak herhalde, siz ne dersiniz? Burak’ın performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tolga'nın performansı için kullandığınız kelime Burak için de geçerli "inanılmaz-hayranlık verici". Burak'a karşı oynamak benim için de zor olurdu ama böyle bir yeteneğe karşı oynamak da bir şereftir...

“ŞENOL HOCANIN HER BAŞARIDA İMZASI VAR”

Burak’ın yükselişini Şenol Güneş mucizesi olarak gösterenlerin sayısı az değil. Sizce bu doğru mu? Burak’ın gelişim sürecinde gözünüze takılan, diğer oyunculara örnek gösterebileceğiniz bir nokta var mı?

Muhakkak böyledir. Aksini söyleyebilmek mümkün değil... Şenol Hocanın her başarımızın altında imzası var. Burada bulunuyor olmamızın da ana nedeni yine Şenol Hocamızdır. Biz de onun bize olan güvenini boşa çıkartmıyoruz.

Diğer oyunculara, öncelikle Burak'ın kendini geliştirmek için gösterdiği aşırı isteği, geçmişteki deneyimlerinden ders çıkarmasını, çok ve verimli çalışmasını ve asla vazgeçmemeyi seçmesini örnek gösterebiliriz...

Peki Şenol hocayla çalışmak nasıl bir duygu? Futbolculardan maksimum verim almasıyla biliniyor Şenol Güneş. Siz çalışmaların yakın tanığısınız. Bunun bir sırrı var mı? Şenol Güneş’in oyuncularıyla arasındaki iletişimin başarısındaki sır nedir?

Haklısınız; bu sırdır... Şenol Hocamın açıklamadığını açıklamak bana düşmez...

TRABZONSPOR’UN GELECEĞİ YANINDA…”

Hocam ileride teknik direktör olma gibi bir isteğiniz var mı? Şenol hoca sizi bu konuda telkin ediyor mu?

Prensip olarak; sadece işimi iyi yapmayı düşünürüm ve kaleci hocalığı yapmayı çok seviyorum. Şenol Hocamla yaptığımız konuşmalar da hep Trabzonspor'un geleceği üzerinedir. Kişisel geleceklerimiz, Trabzonspor'un geleceği yanında konu bile olamaz.

Genel yayın yönetmenimizle Hikmet Karaman, bir sohbetleri sırasında sizden bahsetmişler. Özellikle Hikmet hoca, sizi yere göğe sığdıramamış ve bizim sizinle röportaj yapmamız için de ısrarcı olmuştu. Siz kendisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Ve Türkiye’de hem teknik direktör olarak hem de kaleci antrenörü olarak beğendiğiniz isimler kimler?

Hikmet Hoca benim büyüğümdür, tarzımda izi olanlardandır, sağ olsun kendisini sever ve sayarım. Hakkımda söylediklerinden dolayı onurlandım...

Tabii ki Şenol Güneş başta olmak üzere Hikmet Karaman gibi beğendiğim birbirinden değerli Teknik Direktörlerimiz var. Ancak; bu hocalarımızı mukayese etmek veya sıralamak gibi bir takdirde bulunabilmek haddim değil.

“EN BEĞENDİKLERİM ÇALIŞTIĞIM KALECİLER”

Türkiye’de ve dünyada kalecilik tekniğini beğendiğiniz diğer kaleciler kimler?

Bu sorunuzu düşünmeden ve uzaklara gitmeden, çalıştığım kaleciler diye yanıtlayabilirim...

Türkiye’deki altyapı eksikliklerinin kaliteli kaleci çıkarmamıza da olumsuz etkileri malumdur. Sizin uzun vadede, altyapılara ilişkin fikirleriniz var mı? 70 milyonluk bir ülke olarak, hala stoper, ön libero ve kale gibi özellikle defansif mevkilerde yetenekten ziyade, mental yeterliliklerinde gerektiği pozisyonlarda bir türlü oyuncu yetiştiremiyoruz. Bunun sebepleri sizce nelerdir?

Sebepler çok açık ve basit bana göre, ilk ve en önemli neden; bu kadar az beden eğitimi dersinin olduğu bir müfredatla sporcu yetiştirme olasılığı çok zayıf diye başlayabiliriz...

Antrenörlükte sizce futbolculuktan gelen deneyim mi, yoksa kişinin kendisini geliştirebilmesi mi daha önemli?

Futbolculuktan gelen deneyim, kendini yetiştiren için avantaj ama önemli olan kendini yetiştirebilmek.

“KIYILARI UNUTMAYIN…”

Trabzonsporlulara iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?

Yolunuzu yürürken kıyılarını güzelleştirmeyi unutmayınız, arkanıza bakınca sadece kıyıları göreceksiniz. Örneğin, maç skorunu unutabilirsiniz ama Tolga'nın kendisine atılan ekmeği öpüp başına koymasını asla... İşte kıyılar böyle süsleniyor...