Futboldan, futbolla ilgili yazı yazamayacak kadar soğudum.
Takriben ortaokuldan bu yana futbolla iç içeyim. Koyu Trabzonsporlu
bir baba, iki erkek kardeş, amca ve dayıoğullarıyla beraber, hep erkeklerin
arasında, biraz da onlara benzeyerek büyüdüm. Zaman içerisinde onların sohbetine
o kadar alıştım, yaklaşımları o kadar aşina gelmeye başladı ki, bir aile
toplantısı olduğunda kadınların yanında durmaktansa babamın dizinin dibinde,
amcalarla bir yetişkin gibi konuşmayı tercih eder oldum. Çünkü onlarla
konuşacak çok fazla şeyim vardı, onlara söyleyecek çok sözüm vardı. Futbol,
hayatımdaki en önemli adam olan babamla daha fazla konuşabilme fırsatını
vermişti bana. Onunla daha çok vakit geçirmeyi, onun beni daha fazla
dinlemesini sağlıyordum futbola biraz daha yaklaştıkça. Onu daha çok dinleme,
onu daha iyi anlama şansım oluyordu. O bana Trabzonspor’u anlatıyor, ben onun
Trabzonspor’unu seviyor, biz Trabzonspor’a daha çok sarılıyorduk beraber. Nitekim
ilk maçıma onun elini tutup gittim. İlk formam ondandı. Futbolu hayatıma bu
kadar fazla katarken, en büyük destekçim oydu. Futbola dair bir meslek seçerken
de öyle. Seçtikten sonra da… “Futbol asla sadece futbol değildir” sözü çok
doğru olmakla beraber fazlasıyla da izafi. Futbol sadece futbol değildi benim
için evet. Futbol, babasına hayran bir kız çocuğunun, onunla daha fazla vakit
geçirebilmesini sağlayan bir araçtı aynı zamanda. Futbol bir yetişkin gibi
kabul edilmekti. Bir kız çocuğu olarak erkeklerin oyunu olarak bellenmiş bu
spora hakimiyetinle insanları şaşırttığın, farklılık yarattığın, hafızalara
kazındığın bir şeydi futbol. Ortaokulda akran hemcinslerin şiir defterleri,
günlükler tutarken, senin hafta hafta tüm detaylarını ve yorumlarını yazdığın
maçlarla dolu Trabzonspor ajandan olmasıydı. Yazdığın her satıra bir parça
bordo mavi katmaktı futbol. Mektuplar yazmaktı, marşlar yazmaktı, ona dair her
şeyi içer gibi okumak, izlemekti. Takım ismi önemsiz olmak üzere, kadroları baştan
aşağıya tek tek sayabilmekti. Bir kız çocuğu olarak, gazeteye en arka
sayfalardan başlamaktı. Bu “erkek oyununda” bir karşı cins olarak kendini
bulmak, varlığını sergilemek, tabuları yıkmaya çalışmaktı.
Lise bitti. 17 yaşındaydım. Bordomavi.net’le tanıştım. 17
yaşından bu yana geçen 8 senede futbol ve Trabzonspor namına ne varsa içinde
oldum… Doydum… Ne yazık ki çok doydum…
Son aylarda farkına vardım bu durumun.
Aslında doyumum hep hobim olan futbolu işim olarak seçmemle
başladı belki de. Tarih 2010’du. Trabzonspor şampiyonluğa koşuyordu. Ben uyanık
olduğum her anı futbolla geçiriyordum, yoruluyordum. Ama şampiyonluğun heyecanı
diri tutuyordu futbola olan ilgimi. 2011 Mayıs’ında içimde paramparça oldu bir
şeyler. Çok canım acıdı. Fakat o acı, futbola bağlılığımı da ayakta tutan en
önemli şeydi. Derken Temmuz geldi. Neler olduğunu herkes biliyor… Yeni bir
umut, bir dirilme olabilirdi. Ne yazık ki süreç sonunda bu dirilmenin zerresini
dahi bulamasak da, içi boşalmış adalet sözleriyle avutulmuş ve umudumuz yitmiş
olsa da, o dönemde futbolla bağımı koparmamak için yepyeni bir fırsat çıkmıştı
önüme… Şike… Peşine düşecektim. Günlerim, gecelerim, saatlerim artık hep onunla
geçecekti. Geçti… 2 sene… Neredeyse tam mesai. Tapeler ilk çıktığında, tamamını
okuyan çok sayılı kişilerden biriydim muhtemelen. Avukatlar, Sabah gazetesi
editörleri, ben ve birkaç kişi daha belki. O kadar tapeyi başka çılgınların
zaman ayırıp okuduğunu sanmam. Gecem gündüzüm futbolun kirli figüranlarının
küfür kıyamet alçaklıklarını okumakla geçiyordu. Rastladığım her yeni pisliği
sosyal medyada paylaşıyor, haberlerini yazıyor, herkesin olan biteni görmesine
katkıda bulunmaya çalışıyordum. Haftalarca okudum. Sonra yazdım… Yazdım… Hep
yazdım… Çakma futbolsever yazarlara da yazdım, yalancı yorumculara da, sahtekar
otoritelere de yazdım, kirli siyasete de, tüm alçak kurumlara da… Hepsine
yazdım. Hiç kimseyi, hiçbir kitleyi kayırmadan, sözümü esirgemeden yazdım. Tepki
gördüm. Düşmanlar kazandım. Mesleğimde başka alanlarda devam etme şansımı
zayıflattım. Ama umursamadım. Yazdım… Hep yazacak bir şeyler vardı. Hep bir
alçaklık çıkıyordu önümüze… Yapılan her şike organizasyonuna destek vermeye
çalıştım. Peşine düştüm. Yabancı basını takip ettim gün be gün. Tercümeler
yaptım. Araştırmalar yaptım. Karşılaştırmalar yaptım. Gözden kaçanları fark
etmeye çalıştım. Çabaladım. Yazdım… Yine yazdım… Sıkıldıkça, bunaldıkça yazdım.
Unutmamaya ve unutturmamaya çalıştım kaybedilenleri… Mustafa abiyi yazdım sık
sık. Bir gün duyulsun artık diye diye… Bir gün duyuldu… En mutlusu bendim…
Devam ettim yazmaya… Sonra bambaşka bir fırsat çıktı karşıma. Beni futbola
bağlayan son bir heyecan. Danimarka… Hazırlanan bir makale, bir davet, bir
yolculuk, heyecanlı bir sunum… Birkaç ayım da böyle geçti işte… İlgi insanı
diri tutuyordu. Egolarımızın mahkumlarıyız. İlgi var ya, insanı harbiden dipdiri
tutuyordu. Teşekkürler, tebrikler anlamlıydı… Ama bir gün… Bir gün bitti…
Danimarka’dan döndüm. Tükenmiştim.
Tükendim.
Şu an futbola dair hiçbir şeyin anlamı yok gibi. Yeşil zemin
görünce yüzümü buruşturuyorum. Önce Anadolu kulüplerinin maçlarını izlemeyi
bırakmıştım, sonra İstanbul’un ve en son ona sıra geldi… Ne acı… Trabzonspor’un
maçlarını dahi izleyemez oldum… Gününü, saatini şaşırır oldum, gollerine
yeterince sevinemez, heyecanını duyamaz, mağlubiyetine yeterince üzülemez
oldum. Soğudum… Buz gibi soğudum…
Belki bunca zamandır yaptıklarımızın yönetimler bazında
ayaklar altına alınmasıydı bu soğuma evresine hız kazandıran, belki de
gerçekten yılların yorgunluğu. Ama saçmalıyorum belki de… Şımarıkça bir şey de
olabilir bu… Ömrünü futbola adayıp hala onun peşinde olanlara bakıp, “yılların
yorgunluğu” demenin o kadar da mantıklı olmadığını görüyorum. Burası o kadar karanlık, bu oyun artık o kadar çirkin ki... Olmuyor. Sebeplerim çok. Evet biliyorum.
Ama açıklayamıyorum… Belki karakterle alakalı bir şey bu. Bunca zaman zorladım,
devam edemiyorum.
Bunun üstesinden gelebilir miyim, yeniden futbola ve
Trabzonspor’a sarılabilir miyim bilmiyorum.
Şaka değil.
Tükendim.
Bitmiş hissediyorum.
Her şeyi bitirmiş hissediyorum…
hepimiz soğuduk bu işten :(
YanıtlaSil