9 Aralık 2013 Pazartesi

Bitti

Futboldan, futbolla ilgili yazı yazamayacak kadar soğudum.

Takriben ortaokuldan bu yana futbolla iç içeyim. Koyu Trabzonsporlu bir baba, iki erkek kardeş, amca ve dayıoğullarıyla beraber, hep erkeklerin arasında, biraz da onlara benzeyerek büyüdüm. Zaman içerisinde onların sohbetine o kadar alıştım, yaklaşımları o kadar aşina gelmeye başladı ki, bir aile toplantısı olduğunda kadınların yanında durmaktansa babamın dizinin dibinde, amcalarla bir yetişkin gibi konuşmayı tercih eder oldum. Çünkü onlarla konuşacak çok fazla şeyim vardı, onlara söyleyecek çok sözüm vardı. Futbol, hayatımdaki en önemli adam olan babamla daha fazla konuşabilme fırsatını vermişti bana. Onunla daha çok vakit geçirmeyi, onun beni daha fazla dinlemesini sağlıyordum futbola biraz daha yaklaştıkça. Onu daha çok dinleme, onu daha iyi anlama şansım oluyordu. O bana Trabzonspor’u anlatıyor, ben onun Trabzonspor’unu seviyor, biz Trabzonspor’a daha çok sarılıyorduk beraber. Nitekim ilk maçıma onun elini tutup gittim. İlk formam ondandı. Futbolu hayatıma bu kadar fazla katarken, en büyük destekçim oydu. Futbola dair bir meslek seçerken de öyle. Seçtikten sonra da… “Futbol asla sadece futbol değildir” sözü çok doğru olmakla beraber fazlasıyla da izafi. Futbol sadece futbol değildi benim için evet. Futbol, babasına hayran bir kız çocuğunun, onunla daha fazla vakit geçirebilmesini sağlayan bir araçtı aynı zamanda. Futbol bir yetişkin gibi kabul edilmekti. Bir kız çocuğu olarak erkeklerin oyunu olarak bellenmiş bu spora hakimiyetinle insanları şaşırttığın, farklılık yarattığın, hafızalara kazındığın bir şeydi futbol. Ortaokulda akran hemcinslerin şiir defterleri, günlükler tutarken, senin hafta hafta tüm detaylarını ve yorumlarını yazdığın maçlarla dolu Trabzonspor ajandan olmasıydı. Yazdığın her satıra bir parça bordo mavi katmaktı futbol. Mektuplar yazmaktı, marşlar yazmaktı, ona dair her şeyi içer gibi okumak, izlemekti. Takım ismi önemsiz olmak üzere, kadroları baştan aşağıya tek tek sayabilmekti. Bir kız çocuğu olarak, gazeteye en arka sayfalardan başlamaktı. Bu “erkek oyununda” bir karşı cins olarak kendini bulmak, varlığını sergilemek, tabuları yıkmaya çalışmaktı.

Lise bitti. 17 yaşındaydım. Bordomavi.net’le tanıştım. 17 yaşından bu yana geçen 8 senede futbol ve Trabzonspor namına ne varsa içinde oldum… Doydum… Ne yazık ki çok doydum…

Son aylarda farkına vardım bu durumun.

Aslında doyumum hep hobim olan futbolu işim olarak seçmemle başladı belki de. Tarih 2010’du. Trabzonspor şampiyonluğa koşuyordu. Ben uyanık olduğum her anı futbolla geçiriyordum, yoruluyordum. Ama şampiyonluğun heyecanı diri tutuyordu futbola olan ilgimi. 2011 Mayıs’ında içimde paramparça oldu bir şeyler. Çok canım acıdı. Fakat o acı, futbola bağlılığımı da ayakta tutan en önemli şeydi. Derken Temmuz geldi. Neler olduğunu herkes biliyor… Yeni bir umut, bir dirilme olabilirdi. Ne yazık ki süreç sonunda bu dirilmenin zerresini dahi bulamasak da, içi boşalmış adalet sözleriyle avutulmuş ve umudumuz yitmiş olsa da, o dönemde futbolla bağımı koparmamak için yepyeni bir fırsat çıkmıştı önüme… Şike… Peşine düşecektim. Günlerim, gecelerim, saatlerim artık hep onunla geçecekti. Geçti… 2 sene… Neredeyse tam mesai. Tapeler ilk çıktığında, tamamını okuyan çok sayılı kişilerden biriydim muhtemelen. Avukatlar, Sabah gazetesi editörleri, ben ve birkaç kişi daha belki. O kadar tapeyi başka çılgınların zaman ayırıp okuduğunu sanmam. Gecem gündüzüm futbolun kirli figüranlarının küfür kıyamet alçaklıklarını okumakla geçiyordu. Rastladığım her yeni pisliği sosyal medyada paylaşıyor, haberlerini yazıyor, herkesin olan biteni görmesine katkıda bulunmaya çalışıyordum. Haftalarca okudum. Sonra yazdım… Yazdım… Hep yazdım… Çakma futbolsever yazarlara da yazdım, yalancı yorumculara da, sahtekar otoritelere de yazdım, kirli siyasete de, tüm alçak kurumlara da… Hepsine yazdım. Hiç kimseyi, hiçbir kitleyi kayırmadan, sözümü esirgemeden yazdım. Tepki gördüm. Düşmanlar kazandım. Mesleğimde başka alanlarda devam etme şansımı zayıflattım. Ama umursamadım. Yazdım… Hep yazacak bir şeyler vardı. Hep bir alçaklık çıkıyordu önümüze… Yapılan her şike organizasyonuna destek vermeye çalıştım. Peşine düştüm. Yabancı basını takip ettim gün be gün. Tercümeler yaptım. Araştırmalar yaptım. Karşılaştırmalar yaptım. Gözden kaçanları fark etmeye çalıştım. Çabaladım. Yazdım… Yine yazdım… Sıkıldıkça, bunaldıkça yazdım. Unutmamaya ve unutturmamaya çalıştım kaybedilenleri… Mustafa abiyi yazdım sık sık. Bir gün duyulsun artık diye diye… Bir gün duyuldu… En mutlusu bendim… Devam ettim yazmaya… Sonra bambaşka bir fırsat çıktı karşıma. Beni futbola bağlayan son bir heyecan. Danimarka… Hazırlanan bir makale, bir davet, bir yolculuk, heyecanlı bir sunum… Birkaç ayım da böyle geçti işte… İlgi insanı diri tutuyordu. Egolarımızın mahkumlarıyız. İlgi var ya, insanı harbiden dipdiri tutuyordu. Teşekkürler, tebrikler anlamlıydı… Ama bir gün… Bir gün bitti…

Danimarka’dan döndüm. Tükenmiştim.

Tükendim.

Şu an futbola dair hiçbir şeyin anlamı yok gibi. Yeşil zemin görünce yüzümü buruşturuyorum. Önce Anadolu kulüplerinin maçlarını izlemeyi bırakmıştım, sonra İstanbul’un ve en son ona sıra geldi… Ne acı… Trabzonspor’un maçlarını dahi izleyemez oldum… Gününü, saatini şaşırır oldum, gollerine yeterince sevinemez, heyecanını duyamaz, mağlubiyetine yeterince üzülemez oldum. Soğudum… Buz gibi soğudum…

Belki bunca zamandır yaptıklarımızın yönetimler bazında ayaklar altına alınmasıydı bu soğuma evresine hız kazandıran, belki de gerçekten yılların yorgunluğu. Ama saçmalıyorum belki de… Şımarıkça bir şey de olabilir bu… Ömrünü futbola adayıp hala onun peşinde olanlara bakıp, “yılların yorgunluğu” demenin o kadar da mantıklı olmadığını görüyorum. Burası o kadar karanlık, bu oyun artık o kadar çirkin ki... Olmuyor. Sebeplerim çok. Evet biliyorum. Ama açıklayamıyorum… Belki karakterle alakalı bir şey bu. Bunca zaman zorladım, devam edemiyorum.

Bunun üstesinden gelebilir miyim, yeniden futbola ve Trabzonspor’a sarılabilir miyim bilmiyorum.

Şaka değil.

Tükendim.

Bitmiş hissediyorum.

Her şeyi bitirmiş hissediyorum… 

1 yorum: