30 Nisan 2012 Pazartesi

Böyle Gitmez...

Böyle gitmez
Öfkeyle yanıyorsun
Böyle gitmez
Bırakalım bu son olsun
Koyu gölgeler içinde korkutuyor gözlerin
Biliyorum ki bakan sen değilsin
Uzak kalmışız ulaşmıyor sesin
Ne farkeder artık
Yolun ortasında inecek gibi
Bavulun hazır sesin ciddi
Çok badireden geçtik ama
Belki de artık vakti
Böyle gitmez
Sen bizi sevmiyorsun

Böyle bitmez
İçimde bu öfkeyle böyle bitmez
Eksiğiz ikimiz de
Seni ben sulara çizdim göklere, aynalara
Kalbimdeki kendini anla
ve bu çocuksu çizgilerden al tamamla resmimizi
İlk durakta inen yolcular gibi
Yabancıyız senle yan yana
Belki geç kaldık her şeye
Ama son bir kez dinle beni
Böyle bitmez
Ben bize aşık oldum

Yeni Türkü

Böyle gitmez... 
Neye yorumlarsanız artık... 

28 Nisan 2012 Cumartesi

Deniz Kokusu Çeker Beni... 23 Mayıs...

 
 


Kulağımda 23 Mayıs günü boyunca tekrar tekrar dinlediğim ve sicim gibi gözyaşlarımın aktığı o şarkı var: “Deniz kokusu çeker beni… çırpınır durur özlemlerim, özgürlüğüm sana doğru…”

İzleyemiyordum maçı… Odama kapanmıştım. Gollerde salona koşuyor, bazen lanet, bazen ümitle bakıyordum ekrana. Sonra yeniden odama geçiyordum. Bilgisayar kucağımda, dünyanın en aptal zekisi olan bu aletin karmaşasında uyuşturmaya çalışıyordum kafamı. “Olmayacak işte…”

Olmadı.

Ağladım. Ama o kadar da dokunmamış mıydı sanki?

“Aferin be kızım, aferin be Gamze… Sandığından daha kolay göğüsledin” demiştim kendi kendime.

Dört yolun birleştiği köşede yükselen apartmanımızın önüne yığılmış onlarca araba ve insanın, kornalarla, tezahüratlarla, çığlıklarla yaptığı kutlamaları duymazdan gelmeye çalışıyordum. Çok zoruma gidiyordu… “Ben de gidip hepsini boğmak istiyorum şu anda kızım…” diye söze girmişti o fair-play ruhu bazen beni bile sinir eden babam. Şaşkınlıkla bakmıştım yüzüne… “…ama tersini düşün. Onların yerinde biz de olsaydık böyle sevinecektik. Yapacak bir şey yok. Biz zaten hak ettik o şampiyonluğu. Sen kendini üzme…” diye devam etmişti konuşmaya, her zamanki gibi yine aceleci hüküm vermiştim. Adil oyunu hala öldürmemişti.

Odama geçtim yine. Son yazdıklarımı okudum.

“Bu gol, o bayrak nedir arkadaş? Biz neyin yarışını yapıyoruz o zaman! Neyin peşinde koşuyoruz? Kim inandıracak beni o golün şaibesiz olduğuna” demişim. Tekrar okudum. Kimse inandıramazdı.

Neyse, “bitti” dedim ve hayatımın en ızdıraplı uykularından birine bıraktım kendimi.

“…geçmez oldu zaman, yalnızlığım sana doğru…”

Sabah kalktığımda nispeten iyi hissediyordum kendimi. “Malum sonuç olursa işe gelmem” dememe rağmen, hazırlandım ve yola çıktım. Sonra “deniz kokusu çekti beni”… Bütün gün… Bütün gün. Saatlerce. Yemek yerken. Yazı yazarken. Eve dönerken. Metroda. Otobüste. Ağladım. Dinledim. Ağladım. Şey gibiydi bu… Hani, çok sevdiğin birini kaybedersin… Ama olayın sıcaklığıyla anlamazsın başına geleni. Yokluğunu anlamak için üstünden vakit geçmesi gerekir. Benim için o vakit sadece bir geceydi. Ertesi günü, o lanet, o kara 23 Mayıs’ta, kimisine 28, bana ise 23 yıldır yarenlik eden ümidimin, o büyülü hayalin bir kez daha elimden alındığını fark etmiştim. O boşluk korkunçtu.

“Bir şey söyle bana, duyulsun sesim şarkı halinde…”

Adından çok daha ötesiydi o hayal. Hiç kimseyle, hiçbir şeyle olmadığı kadar kendimi bütünlediğim Trabzonspor’un içimde yükselen sesini duyacaktı cümle alem. Bir şarkı gibi… Ahenkle.

“…Al beni götür uzaklara, özlediğim sevdaya doğru…”

Neyi ispat edecektim bilmiyorum. Hangi egom tatmin olacak, nasıl bir doyumsama yaşayacaktım kestiremiyorum. O gece sabaha kadar Taksim’de horon etmek, korkunç bir yorgunluk dışında hayatıma neler katacaktı hesaplayamıyorum. Ama 5 duyumdan bağımsız hareket eden o şey, buna çok ihtiyacım olduğunu söylüyordu.

İzin vermediler.

Ve ben şimdi o şarkıyı yeniden dinliyor, Karadenizimin kokusuna doğru çekiliyorum...

Ve korkuyorum arkadaşlar.

Kör edilmiş vicdanlardan, doğruya yasaklanmış dillerden, paraya teslim edilmiş nefislerden irkiliyorum.

Ne kadar çoklarmış.

Ve milyonlarcasının “çırpınıp duran özlemlerini”  bir çırpıda silip atanlara, vicdanlar hapsedemedikten sonra, hangi parmaklıklar yetermiş?

Böylesi vicdansızlara bu kurumları ve gücü hangilerimiz teslim etmiş?

Ne büyük hata etmiş...

1 Aralık 2011...

***

SANA DOĞRU 

Bir şey söyle bana
Duyulsun sesim, şarkı halinde
Geçmez oldu zaman
Yalnızlığım sana doğru

Dağıt saçlarını rüzgara doğru
Uçuşsun saçın sevgi halinde
Al beni götür uzaklara
Özlediğim sevdaya doğru

Deniz kokusu çeker beni
Gözlerim değer ufkuna doğru
Çırpınır durur özlemlerim
Özgürlüğüm sana doğru 

Vugrinec...

Ofiste adı geçti. Hasret giderdik...
Sanırım Trabzonspor'a gelen en kaliteli yabancılardan olmasının yanısıra, bordo mavi formaya değmiş en yakışıklılardan da biri Vugrinec. 



1998-99 Sezonu

Polonyalılar Davet Bekliyor

Polonya Milli Takımı Euro 2012 aday kadrosu 2 Mayıs’ta açıklanacakmış. Teknik direktör Francis Smuda, beklendiği gibi 26 değil 32 futbolcu davet edecekmiş. "Euro 2012’nin kesin kadrosunu açıklayacak olduğum 23 Mayıs’a kadar bu altı oyuncunun performansını görmek istiyorum” diyor. 

Bizden Piotr, Glowacki, Adrian ve İskoçya'daki gururumuz Pawel'ın yanı sıra, Sivassporlu Grosicki de forma bekliyor... Hadi bakalım, rast gele...

"Türk Oyuncular Kullanılıyor"

Eskişehirspor'un "eski" oyuncusu Kris Boyd, çok ağır konuşmuş. ESPN'de telefon röportajı var. Diyor ki:

“Türkiye’de korkunç bir dönem geçirdim. Her türlü sorunla boğuştum. Futbol oynayamadım. Ortam hiç iyi değildi. Oradaki oyuncular maruz kaldıkları muameleden başkasını bilmiyorlar. Çok iyi oyuncular da var ama ne yazık ki kullanılıyorlar. Kulübün yönetim şekli tepeden tırnağa şaka gibiydi. Oradan ayrılmak kendim için en iyisiydi.”  

Doğru söze ne hacet. 

Not: Boyd Türkiye'de sadece 2 maçta, toplamda 76 dakika forma giymişti; bunlardan biri de Trabzonspor maçıydı...



27 Nisan 2012 Cuma

Jefferson Ağlarmış Meğer

3 yıl Trabzonspor'da, 1 yıl da Konyaspor'da oynayan Brezilyalı kaleci Jefferson, ülkesinde kaleciler günü olarak kutlanan 26 Nisan'da başlatılan bir projede, gençlere akıl hocalığı yapmaya başlamış. 9 gün boyunca 50 gencin eğitimine katılacakmış.

22 yaşında Türkiye'ye gelen oyuncu, o dönem epey zorluk çektiğini söylüyor. Ağladığı zamanlar bile olmuş meğer. Bakın ne demiş Jeff:

"Türkiye'ye gittiğim için pişmanlık duymuyorum. Bambaşka bir ülkede, dört zor sene geçirdim. Dha 22 yaşındaydım ve yeni evlenmiştim. Eşimle birlikte ağladığımız zamanlar oldu. Geri dönmeyi çok düşündük. Ama profesyonel bir oyuncuydum ve bunların da öğrenilmesi gereken tecrübeler olduğunu biliyordum." 

Şimdilerde yine eski takımı Botafogo'da oynayan Jefferson, 29 yaşına gelmiş... O da yaşlanıyor. Demek biz de büyüyoruz...



25 Nisan 2012 Çarşamba

Avrupa’ya Gidemezsek Ne Olur? - Tuğrul Akşar


Tuğrul Akşar'ın "Avrupa’ya Gidemezsek Ne Olur?" başlıklı müthiş araştırmasının blogda da yer alması gerektiğini düşündüm. Muhakkak okuyun tamamını. 

Avrupa’ya Gidemezsek Ne Olur? 
 
Kamuoyunu günlerdir meşgul eden sorun hala çözümlenmedi. UEFA’ya takımlarımızı gönderip göndermeyeceğimize ilişkin ortada henüz bir netlik yok.
3 Temmuz 2011’de başlayan Şike Skandalı süreci üzerinden tam dokuz ay geçti. Biz hala sorunun çözümü konusunda yol alamadık.

Bu süreç devam ederken, toz duman bulutu içinde Süper finallere geldik. Lig geçen hafta oynanan maçlarla tamamlandı. Ancak henüz Avrupa’ya Süper Final sonunda takımlarımızın gidip gitmeyeceğini bilmiyoruz. Federasyon bir yandan mahkeme kararını bekleyip buna göre hareket etmeyi düşünürken, diğer taraftan UEFA bir an önce, süre giden şike davasının sonuçlandırılmasını ve TFF’nin buna göre aksiyon almasını istiyor.

Bu hafta biz de bu konuyu irdelemek istiyoruz. İki bölümden oluşan yazımızda Avrupa’ya takım göndermeme lüksümüz olup olmadığını ve alacağımız kararların bazı olası sonuçlarını sizlerle paylaşacağız. Yine ayrıca Liverpool’un 1985’te Heysel’de Juventus ile oynadığı Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde, İngiliz holiganların taşkınlık yapıp 39 İtalyan seyircinin ezilerek ölmesine ve 350 seyircinin yaralanmasına neden olması sonrasında UEFA’nın İngiliz kulüplerine verdiği 3 yıllık men cezasını az bulan zamanın İngiliz başbakanı Margaret Thatcher’ın, İngiliz kulüplerini beş yıl süreyle Avrupa Kupalarına göndermemesi kararının bugün ülkemize örnek karar olup olamayacağını tartışacağız.

İngilizlerin Durumu Bizimkinden Farklıydı 

Öncelikle soruna doğru yönden yaklaşmamız gerekiyor. İngilizlerin beş yıl süreyle Avrupa Kupalarından men edilmesinin temelinde İngiliz futboluna giderek egemen olan ve daha sonra tüm Avrupa’ya yayılan holiganizmin yol açtığı felaketler yatıyor.

Çok kısaca İngilizlerin futbolda sebep oldukları büyük felaketleri burada yeri gelmişken sizlerle paylaşmakta yarar görüyorum.

1.Ibrox felaketi: 5 Nisan 1902’de İskoçya’nın Glasgow kentinde, Ibrox stadında İskoç ve İngiliz milli takımları arasında milli maç oynanırken, taraftarın taşkınlığı sonucunda tribünün çökmesi sonrası 25 kişinin ölmesi ve 500 kişinin yaralanmasına yol açan tarihin ilk felaketi.

2. Burnden Park Felaketi: 9 Mart 1946’da İngiltere’nin Manchester kentinde Burnden Park statyumunda Bolton Wanderers ve Stoke City takımları arasında oynanan maç esnasında taraftarların taşkınlığı sonucu çıkan arbede de 33 kişinin ölmesi ve 400’den fazla taraftarın yaralanmasına neden olan tarihin ikinci felaketi.

3. Bradford City felaketi: 11 Mayıs 1985’te İngiltere Bradford’da Valley Parade futbol stadında Bradford City ile Lincoln City futbol takımları arasında oynanan lig maçında taraftarların çıkarttığı yangının verdiği karışıklık sonucu 56 kişinin ölmesi ve 269 kişinin yaralanması felaketi

4. Heysel Felaketi: 29 Mayıs 1985’de Brüksel'de oynanacak olan Juventus ile Liverpool arasındaki Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası final maçının başlamasından önce Liverpool taraftarlarının İtalyanlara saldırması ve çıkan panik sonucu bir duvarın çökmesi ve taraftarların tel örgülere sıkışması sebebiyle 38 İtalyan taraftar ve 1 Belçikalının öldüğü felaket.

5. Hillsborough Felaketi: 15 Nisan 1989'da Sheffield şehrinin takımı olan Sheffield Wednesday'in sahasıHillsborough Stadyumu'nda gerçekleşen felakette tamamı Liverpool taraftarı olan 96 kişinin ezilerek ölmesi ve 766 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan İngiltere ve dünya futbolunun en ölümcül ve en kötü felaketi.

İfade ettiklerimizden de anlaşılacağı üzere İngiliz futbol holiganlarının neden olduğu olayların sonucunda onlarca insanın ölümü ve yüzlerce insanın yaralanmasına yol açan bu felaketler, Thatcher’ın böyle bir karar almasına sebep olmuştur. Thatcher, Heysel faciası sonrasında UEFA’nın İngiliz kulüplerine verdiği üç yıllık men cezasını az bularak, bu vahşet geleneğine son vermek için “Bizim hayvanlara bu ceza yetmez” diyerek, İngiliz kulüplerini Avrupa kupalarına göndermemiştir.

Bizim futbol kültürümüzde ve bugün yaşanılan olayların temelinde ise şiddet faktörü İngiltere’deki gibi bir gelişim göstermemiştir. Her ne kadar, 17 Eylül 1967'de Kayseri’de oynanan Kayserispor- Sivasspor maçında çıkan olaylar sonucunda 43 kişi ölmüş ve yüzlerce kişi de yaralanmış olmasına karşın, Türk spor ve futbol tarihinde benzer olayların daha sonradan tekrar etmemesi, sorunun özünü analizde bizi farklı bir noktaya götürüyor. Bizim bugün içinde bulunduğumuz sorunun şike eksenli olması, alınacak kararlarda Thatcher kararının benchmark olamayacağını bize gösteriyor.

Thatcher Bugün Olsa Aynı Kararı Verebilir miydi?

Thatcher’ın bugün böyle bir karar verip veremeyeceğine birlikte bakalım

1980’li Yıllarda Premier Lig

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, 1980’li yıllar İngiltere’de henüz daha Premier Lig’in olmadığını, parasal genişleme ve iktisadi büyümenin İngiliz kulüplerini henüz Avrupa’nın en zengin kulüpleri arasına sokmadığını, İngiliz kulüplerinin yıllık ortalama 150 bin ile 2 Milyon sterlin arasında gelire sahip olduğunu, yıllık naklen yayın gelirinin 2.3 milyon Sterlin civarında gerçekleştiğini, Avrupa futbol büyüklüğünün yaklaşık 3.5-4 milyar dolar civarında bir büyüklüğe ulaştığını, UEFA’nın Şampiyon Kulüpler Kupası organizasyonunda yıllık bütçesinin 50 milyon dolar düzeyinde olduğunu ve bu kupayı kazanan kulübün sembolik bir parasal ödül aldığını, sadece itibar için mücadele edilen bir kupanın havaya kaldırıldığını, esas gelirin maç günü gelirlerinden ibaret olduğunu, İngiliz kulüplerinin 1985’te yıllık 9.5 Milyon Sterlin transfer harcaması yaptıklarını, Londra borsasında sadece bir İngiliz kulübünün Tottenham Hotspour’un (1983’te) bulunduğunu ve halka arzdan 3.8 Milyon Sterlin gelir elde ettiğini, Manchester United’ın yıllık sponsorluk gelirlerinin 500 bin Sterlin olduğunu, kulübün hisselerinin çoğunluğunun 20 milyon Sterlin’e Michael Knighton’a 1989’da satıldığını, Manchester United’ın 1991’de Londra borsasına girerken 6.7 milyon Sterlin halka arz geliri elde ettiğini, kulübün 1985’teki toplam gelirlerinin ise yaklaşık 6 milyon Sterlin’e ulaştığını, İngiliz kulüplerinin 1985’te yıllık toplam gelirlerinin 49.2 milyon, toplam borçlarının ise 32 milyon Sterlin düzeyinde bulunduğunu, 1983'te İngiliz kulüplerinin toplam naklen yayın gelirlerinin 2.3 milyon Sterlin civarında olduğunu, Premier lig’de ortalama seyirci sayısının 1985’te 18.500 kişi olarak gerçekleştiğini belirtelim.

2000’li Yıllarda Premier Lig

1980’li yıllarda Premier Lig’in iktisadi ve mali yönünü sizlerle kısaca paylaştık. Bugünkü Premier Lig rakamlarını da vererek, yukarıdaki sorumuza yanıt aramaya çalışalım. Thatcher bugün olsa nasıl karar verirdi? Ona bakalım.

Premier Lig kulüplerinin 2010 itibariyle yıllık yarattığı gelir 2.739 Milyon Euro’ya ulaşıyor. Bu gelirlerin 933 milyon Euro’luk kısmı yayın gelirlerinden 665 milyon Euro’luk kısmı Sponsorluk gelirlerinden, 527 milyon Euro’luk bölümü maç günü gelirlerinden ve kalan 614 milyon Euro’luk kısmı da logolu ürün satımı başta olmak üzere diğer ticari gelirlerden oluşuyor.
Premier Lig’in bugün bonservis bedelleri üzerinden Lig değeri 3.355 milyon Euro’ya ulaşmış durumda. Dünya’nın en zengin kulüplerinden birisi olarak gösterilen Manchester United’ın piyasa değeri ise 1.2 milyar dolar civarında.

Premier Lig’de oyunculara ödenen toplam ücret, maaş ve prim tutarı ise 2010 yılında yıllık 1.559 milyon Euro olarak gerçekleşmiş durumda. Premier Lig’in yıllık yarattığı faaliyet karı ise 93 milyon Euro düzeyinde.
Premier Lig’de ortalama seyirci sayısı ise 42.500 kişiye yükselmiş durumda.

Premier Lig’de top koşturan kulüplerden Manchester United’ın toplam gelirleri 2010-11 sezonunda 367 milyon, Arsenal’ın 251, Chelsea’nin 249, Liverpool’un da 203 milyon Euro’ya ulaşmış durumda.

Manchester United’ın 367 Milyonluk gelirlerinin 120 Milyonluk kısmı ticari gelirlerden oluşurken, 132 milyon euroluk bölümü yayın gelirlerinden ve 117 milyonluk kısmı da ticari gelirlerden oluşuyor.

İngiliz kulüplerinin gelirleri 1992 yılında Premier Lig’in kurulmasıyla astronomik olarak artış kaydederken, giderleri ve buna bağlı olarak borçları da inanılmaz boyutlara ulaştı. Şu anda yaklaşık 5.5 milyar Euro’luk borcuyla dünyanın en borçlu liglerinin başında gelen Premier Lig’de kulüpler mali anlamda son derece sıkıntılı günler yaşıyorlar.

Nitekim, Deloitte’un en zengin 20 kulüp sıralamasında üçüncü sırada bulunan Manchester United ödemekte zorlandığı borçlarını karşılayabilmek amacıyla 2010 yılında 600 milyon Sterlinlik tahvil ihraç etmek durumunda kaldı.

İngiliz Kulüpleri Avrupa Kupalarından İyi Para Kazanıyor

Her sene Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi’ni domine eden İngiliz kulüpleri Avrupa kupalarından iyi para kazanıyorlar.

2010-11 sezonunda Şampiyonlar Ligi’nde mücadele eden İngiliz ekiplerinden Manchester United UEFA havuz gelirlerinden 31.1 Milyon Euro, Chelsea 53.2 Milyon euro, Arsenal 44.5 Milyon ve Tottenham Hotspur 30 milyon Euro gelir elde etti.

UEFA Avrupa Ligi’nde oynayan Liverpool ve Manchester City 6.1’er milyon Euro gelir elde ettiler.

Yukarıda belirtilen tutarlar UEFA’nın havuz gelirlerinden kulüplere dağıtılan tutarlar olup bu gelirlerin içinde Şampiyonlar ligi maç günü gelirleri ve diğer gelirler bulunmuyor.

Sonuç

İngiliz kulüplerinin içinde bulundukları iktisadi ve mali koşullar ile içinden geçtikleri uzun süreci kısaca yukarıda değerlendirdik. Bu değerlendirmelerimizden de görülüyor ki, bugünkü koşullarda İngiliz Kulüplerinin Avrupa'ya gönderilmemesi, sadece kulüpler için değil, aynı zamanda Premier Lig için de yıkım anlamına geliyor.

Ne İngiliz futbol federasyonu FA’in bu kulüplerin olası gelirlerini tazmin edebilecek bir finansal gücü var, ne de gırtlağına kadar borçlu İngiliz kulüplerinin Avrupa’ya gidememekten doğabilecek zararları karşılayabilecek ek gelir yaratma potansiyeli var. Çünkü, Avrupa kupaları, özellikle de Şampiyonlar Ligi vitrininde kalmanın kulüplere sağladığı katma değer, Premier Lig’de kendi yarattıkları gelirlerden daha fazla öneme sahip görünüyor.

Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi bugün İngiliz ve Avrupa futbolunun iktisadi, mali ve sportif anlamda hayat suyunu oluşturuyor. Kulüplere reyting, saygınlık ve rekabet olanağı yarattığı için başta naklen yayın gelirleri olmak üzere, sponsorluk, reklam ve medya gelirleri tamamen bu liglerde olabilmeye bağlı. Bu liglerden uzaklaşmak, izlenmemek anlamına geliyor. İçe kapanık, dünyadan ve Avrupa’dan kopuk bir Ligi ve bu ligde mücadele eden takımları kim neden ve nasıl izleyecek? Olaya sadece iktisadi ve mali anlamda değil, sportif olarak ta bakıldığında bu liglerde olabilmek, kulüplerin orta ve uzun vadede sportif rekabet yeteneğini ve gücünü artırıyor.

Önümüzdeki hafta yazımızın bizi ilgilendiren kısmını sizlerle paylaşacağım. Kulüplerimizin Avrupa’ya gidememesinin Türk futboluna yapacağı iktisadi-mali ve sportif tahribatın ne olabileceğini somut rakamsal veriler üzerinden değerlendirceğiz. Özellikle, İngilizlerin Avrupa kupalarından men edildikten sonra futbollarını nasıl yapılandırdıklarını sizlere anlatacağım.

UEFA’nın yaşanılan olaylar nedeniyle bir tehdit olarak gördüğü İngiliz futbolu, bunu nasıl bir fırsata çevirdi? Bir yandan futbol pastasını büyütürken, diğer taraftan sportif performansta Avrupa’yı tekrar nasıl domine eder hale geldiler? Bugün hafta sonu 180 ülkede 470 milyon insanın izlediği lig haline gelebilmeyi nasıl başardılar? Gelecek hafta bu konuların ve Türk Futbolunun içinde bulunduğu krizi nasıl fırsata çevirebileceği üzerinde duracağız.

İngiliz Holiganizminin Premier Etkisi

Geçen hafta bu sütunlarda İngiliz futbolundaki holiganizmin neden olduğu olaylar ve bu olayların tarihsel gelişimi üzerinde durmuştuk.
Bu hafta ise İngiliz holiganizminin İngiliz futbolunu nasıl bir transformasyon sürecine soktuğunu sizlerle paylaşacağım.
Ancak şunu bir kez daha belirtmekte yarar görüyorum ki: İngilizlerin Avrupa’dan men edilmeleriyle, ülkemiz takımlarının Avrupa’ya olası gönderilmeme durumları birbirlerinden farklı özellikler taşıyor. Bunu göz ardı etmeden somut koşulların somut analizini yapmaya çalışmalıyız.

Öncelikle, bizdeki sorunun bir şiddet, disiplin sorunundan daha çok futbolun bağışıklık sistemini çökertmeye yönelik bir şike olayı olduğunun altını çizmiştik. Yine aynı makalede Avrupa ve Dünya futbolunu iktisadi, mali ve sportif anlamda domine eden, devasa gelir, gider ve borçlara sahip bulunan İngiliz kulüplerine günümüz koşullarında Margaret Thatcher aynı cezayı verebilir miydi? diye de sormuştuk.
Bu hafta ise, biz İngilizlerin içinde bulundukları fasit daireden nasıl kurtulduklarını, tekrar Avrupa futbolunu nasıl domine eder hale geldiklerini anlatacağız ve buradan bize çıkarılacak dersler olup olmadığını sizlerle tartışacağız. Tabi ki, yazımızın bu son bölümünde Türk takımlarının olası Avrupa’ya gidememe durumları söz konusu olursa, bunun sportif, iktisadi ve mali anlamda bizi nasıl etkileyebileceğini de gelecek hafta sizlerle paylaşıyor olacağız.

Taylor Raporu ve İngiliz Futbolundaki Dönüşüm

Geçen haftaki yazımızda da belirttiğimiz üzere İngiliz holiganların stadyumlarda çıkarttığı kargaşa, kaos, şiddet ve bunların sonucunda meydana gelen ölüm olayları, sonunda İngilizleri harekete geçirdi ve bu olumsuzlukları tamamıyla tasfiye edebilmek ve futbolu yeniden yapılandırmak için arayışa girdiler. Nitekim İngiliz Hükümeti hemen harekete geçerek öncelikle Hillsborough Stadı’nda yaşanan facianın nedenlerini incelemek üzere Yargıç Lord Peter Taylor’u görevlendirdi ve söz konusu rapor 1990’da yayınlandı. Bu raporun ortaya koyduğu araştırma sonuçları ve çözüm önerileri İngiliz futbolunda yeni bir dönemi de başlatmış oldu.

İngilizler statlardaki şiddetin ve bunun neden olduğu olumsuzlukların tekrar bir daha yaşanmaması için İngiliz futbol kulüplerinin öncelikle kendi yetersiz yönetim yapılarını reorganize etmelerini, kötü durumda bulunan statların tamamının koltuklu olacak şekilde renove edilmesini, lig maçlarında bir norm haline gelen holiganizmin önlenmesi için kapsamlı mevzuat yenilenmesine gidilmesini, statlarda güvenlik normlarının yükseltilmesini yapıcı önerilerle ortaya koydu.

Taylor Raporundan Bazı Saptamalar ve Öneriler

İngiliz Futbol Federasyonu ( Football Association- FA), Taylor Raporu’nun özellikle güvenlikle ilgili yapılması gerekli değişiklikler kısmını, Kulüpler ise statların tamamının koltuklarla kaplanacak şekilde modernize edilmesi kısmını dikkate değer buldular ve buna göre harekete geçtiler. Bu değişiklikler kısa süre içinde hayata geçirildi. Eski statlar renove edildi, ayakta maç izlemek yasaklandı, statlarda güvenlik kameraları ilk kez uygulamaya alındı, statlar modern eğlence merkezleri haline getirildi ve tüm bunların sonucunda tekrar tribünler dolmaya başladı.

Premier Lig İle Seyirci Sayısı %80 Arttı

Geçen haftaki yazımızda da dile getirdiğimiz gibi yaklaşık 18.500 kişi ortalama seyirci sayısı hızla yukarıya çıkmaya başladı. 1992 yılına kadar geçen “Division 1” sürecinde İngiliz Futbol liginde seyirci ortalaması 1988’de 18.000, 1989’da 18.500, 1990’da 19.500, 1991’de 19.500 ve 1992’de 20.400 olarak gerçekleşirken, bu ortalama sayı 1998’de 24.800 kişiye, 1999’da 25.400 kişiye çıktı. Günümüzde Premeier Lig seyirci ortalaması ise 35.155 kişiye ulaştı. Yani, 1992 Premier Lig’in kuruluşundan bu yana geçen 19 yıllık süreçte ortalama seyirci sayısı yüzde seksen arttı. (Bkz. Stephen Dobson and John Goddard, The Economics of Football, Cambridge University Press, 2007, sh. 58-59)

Premier Lig İle Ortalama Maç Günü Geliri 11.2 Kat Arttı

Bu yeni yapılanmayla 1992’de bir taraftan “Division 1” yerini “Premier Lig’e” bırakırken, diğer taraftan statlar yüksek gelir grubunda yer alan taraftarı da tribünlere çekmeye başladı. Tüm bu değişiklikler yapılırken, diğer taraftan eski futbol yapılanması ve eski futbol ligi olan “Division 1” yerini alan Premier Lig İngiliz kulüplerine yeni gelirler yaratmalarının önünü açtı. Bu değişimle birlikte Premier Lig adeta para basmaya başladı.

Ortalama seyirci sayısındaki artışın sonucu statlardaki doluluk oranının yükselmesi, Premier Lig’in daha fazla izlenilmesine ve buna bağlı olarak yayın gelirleri’nin 11 Milyon Sterlin’den 1 Milyar 134 Milyon Sterlin’e ulaşmasına neden oldu.

Öncelikle ortalama seyirci sayındaki yüzde seksenlik artış maç günü gelirlerinde de önemli artışlara yol açtı. 1991’de 53.7 milyon Sterlin maç günü geliri elde eden “Division 1”, 1992’de Premier Lig’e dönüşerek bu gelirini 59.7 milyon Sterlin’e, 2000 Yılında 247 milyon Sterlin’e ve günümüzde de (2011’de) 665 Sterlin’e yükseltti. İngiliz futbol liginin geliri 1992-2011 arasında tam 113 kat artmış oldu. (bkz. A.g.e., sh. 77; Deloitte Annual Review of Football Finance 2010, sh. 13).

Naklen Yayın Gelir Dağıtım Kriterleri Değiştirildi Rekabet Arttı

Taylor raporu ile İngiliz futbolunda başlayan bu transformasyon sürecinde İngilizler öncelikle kaybolan izlenilirlik oranını tekrar artırmaya çalıştılar ve başarılı oldular. Bir yandan statlardaki olumlu değişiklikler ile konfor ve güvenliğin artması statların doluluk oranını artırırken, diğer taraftan ligde rekabetçi dengeyi de artırmaya yönelik kulüplere dağıtılan parasal ödül kriterleri değiştirilerek, 50:25:25 kuralı getirildi. Yani toplam hasılatın yüzde ellisi tüm kulüplere eşit dağıtılırken, kalan %25 kulüplerin televizyonlarda yayınlanan maç sayılarına göre ve kalan yüzde 25’te sportif performansa göre dağıtılmaya başlandı. (bkz. Simon Banks, Going Down Football in Crisis, Mainstream Publishing, Edinburgh2002, sh.53)

Nitekim ulusal rekabetin artması sonrası İngiliz Kulüplerinden Manchester United 1991’de, Arsenal 1994’te ve Chelsea 1998’te UEFA Kupa Galipleri Kupası’nı; 1991’de Liverpool UEFA Kupası’nı; Manchester United 1999 ve 2008’de, Liverpool da 2004 yılında Şampiyonlar Ligi Kupası’nı kazandılar.

İngilizler UEFA Sıralamasında Eski Yerlerine Ancak 4 Yılda Gelebildiler

İngiliz kulüplerinin 1985-86 yılından itibaren beş yıl süreyle Avrupa Kupalarından men edildikleri dönemde İngiltere 12.666 puanla dokuzuncu sırada bulunuyordu. (bkz. http://kassiesa.home.xs4all.nl/bert/uefa/data/method1/crank1987.html)

İngilizlerin cezaları bitip de, tekrar Avrupa kupalarına döndüklerinde 21. Sırada 12.500 puanları vardı ve Avrupa’ya döndükleri yıl sadece 3 kulüp gönderebilmekteydiler. 1991-92’de 6.750 puanla 13. Sıraya yükselerek, Avrupa’ya gönderecekleri kulüp sayısını dörde çıkarttılar. 1993/94 sezonunda ise 8500 puanla dokuzuncu sıraya yükseldiler. Bu sıralamada bu kadar yukarıya hızlı tırmanmalarının temelinde ise kulüplerin Avrupa kupalarına döndükten sonra ortaya koydukları yüksek sportif performansları yatıyor.



Bugün gelinen noktada Premier lig haftalık 130 farklı ülkede 470 milyon insan tarafından izlenen bir lig konumunda.

Kısacası, İngiliz holiganizminin sebep olduğu olaylar İngiliz futbolunun yönetsel, kurumsal, iktisadi, mali ve sportif anlamda yeniden yapılanmasına olanak sağladı. İngilizler eski yapıyı değiştirip yeni bir yapı inşa ettiler ve Premier Lig bugün Dünyanın bir numaralı ligi haline geldi.

Peki, biz ne yapmalıyız? Bu sezon sonrası kulüplerimizin Avrupa’dan men edilmeleri halinde uğrayabileceğimiz olası zarar ne olabilir? Bizi bu konuda ne tür sorunlar bekliyor? Tüm bu konuları da gelecek hafta sizlerle paylaşacağım.

Avrupa’ya Gidemezsek Ne Olur? (II) 

Bu hafta yazdığımız son bölüm ile dizi yazımızın sonuna gelmiş bulunuyoruz.
Geçen iki hafta içinde özellikle holiganizmin İngiliz futbolunu ve dolayısıyla Avrupa futbolunu nasıl şekillendirdiğini somut örneklerle sizlerle paylaştım. Aslında bugünkü endüstriyel ve modern futbolun gelişimini bir yerde holiganizme borçluyuz. Holiganizm kendi tahripkar etkisiyle futbolun yeniden şekillenmesini sağladı.

Bugünkü Futbolu Holiganizme Borçluyuz

Özellikle, önceki yazılarımızda da dile getirdiğimiz gibi, Ada futbolunda meydana gelen şiddet olayları futbolun tarihsel gelişimine çok önemli katkılar sağladı. Bu sayede futbolun, şiddet ve benzeri anti-futbol unsurlarından nasıl korunacağına ilişkin yeni düzenlemeler ardı ardına gelirken, futbol daha güvenlikli bir ortamda oynanmaya başlandı. Futbola olan ilginin paraya tahvil edilebilmesi sürecinde oyunun saha içi ve saha dışı güvenliğinin sağlanması en öncelikli amaçlardan birisiydi. Nitekim, tüm statlarda güvenlik en üst düzeye çıkartıldı. Buna bağlı olarak artan maliyetleri karşılamaya yönelik, daha paralı taraftarın statlara çekilmesi gerekiyordu ve öyle de oldu. Statlarda konfor ve lüks seviyesi yükseltilerek, oyuna finansal katkı sağlayacak kitlenin oyun alanına çekilmesi sağlandı.

Şiddet futbolu bu vesileyle farklı bir mecraya yönlendirirken, futbol aynı zamanda digital yayın platformlarının da gelişmesiyle parasal bir sürece doğru evrildi. Parasallaşma ve ticarileşme, futbolun endüstriyel bir karaktere bürünmesine yol açtı ve Avrupa futbolu milyon Eurol’luk seviyelerden bugünkü milyar Euro’luk düzeylere geldi.

İşte bu parasallaşma, doğal olarak futbolun paydaşları olan kulüplere çok büyük servetler dağıtmaya başladı. Endüstriyelleşmeyle farklı bir boyuta geçen futbol, sadece bir spor olmaktan çıkıp ‘show business’a, yani gösteri ve eğlence endüstrisine dönüştü ve kendi pazarını yarattı. Futbol pazarının temel dinamikleri kulüpler için çok büyük bir pastayı da beraberinde getirdi. Bu bağlamda, UEFA tarafından düzenlenen Şampiyonlar Ligi 1992’den itibaren paydaşı olan kulüplere büyük servetler dağıtmaya başladı. İşte bu ahval ve şerait içinde bugün hiçbir profesyonel kulübün Avrupa’ya gitmeme ya da UEFA’nın organizasyonlarına katılmama gibi bir lüksü bulunuyor.

Yukarıda dile getirilen temel analiz kapsamında kulüplerimizin Avrupa’ya gidememeleri bu yazımızda somut olarak analiz edilmeye çalışılacaktır.

Avrupa’ya Gidememenin Futbolumuza Olası Etkileri

Avrupa’ya gidememenin Türk futboluna etkisi temel olarak iki noktada ortaya çıkacaktır. Bunlardan ilki:

1.Mali ve İktisadi Etkisi
Türk futbolu çok ciddi bir iktisadi ve mali darboğaza girecektir. İktisadi ve mali anlamda Avrupa futbolundan gerekli ve hak ettiği payı alamayan bir futbol ekonomisinin sürdürülebilir bir büyümeyi yakalayamaması, zaten sağlıksız bir mali yapı içinde olan kulüplerimizin iktisadi ve mali olarak daha kötü bir pozisyona sürüklenmelerine yol açacak ve bu süreç sonunda futbolumuz rekabetçi yapısını kaybedecektir. Bunun pratiğe yansıması ise, kulüplerimizin artan borç yükü ve yetersiz gelirleri nedeniyle kapanmaları ya da devlet yardımına ihtiyaç duyan bir futbol yapılanması olacaktır.

İktisadi ve Mali Fatura

Türk takımlarının Avrupa'ya 5 yıl gidememesi ekonomik kriz sürecini beraberinde getirebilir...

UEFA Şampiyonlar Ligi Avrupa ve Dünya futbolunun göz bebeği. Böylesi bir organizasyonda olmamak, daha baştan futbol vitrininden uzaklaşmak anlamına geliyor. Vizyonda olmamak, parasal felaketi ve çöküşü de beraberinde getirir. Çünkü, şampiyonlar Ligi bugün yıllık olarak yaklaşık 751 milyon Euro'yu bu organizasyonda gruplara kalan 32 takıma dağıtıyor. Basit ortalama üzerinden kulüp başına düşen ortalama gelir yaklaşık 23.4 Milyon Euro'ya ulaşıyor.

Şampiyonlar Ligi'ne katılım payı olarak 3,9 milyon Euro ödeyen UEFA, UEFA Avrupa Ligi'ne katılımın bedeli olarak maç başına da 600 bin Euro olmak üzere takım başına 3.3 Milyon Euro'yu kasasından çıkartıyor.

UEFA, Şampiyonlar Ligi'nde her galibiyete 800 bin Euro ödül veren UEFA, her beraberliğe de 550 bin Euro ödüyor. Buna göre UEFA geçen sene sportif performans olarak kulüplere 76,8 milyon Euro dağıtmış. Ayrıca kulüplerin havuz gelirlerinden ülkelerin katılım paylarına göre dağıtılan tutar ise 2,2 Milyon Euro'dan 25,8 milyon Euro'ya kadar değişiyor. Ki, bu şekilde geçen yıl havuzdan yayın geliri olarak dağıtılan tutar 341.1 Milyon Euro civarında. UEFA Avrupa Ligi'nde ise bu rakamlar biraz daha aşağı seviyede...gruptan çıkan takımlara ekstra 3'er milyon Euro dağıtan UEFA, çeyrek finali geçenlere 3,3 milyon, Yarı final oynayanlara 4,2 milyon Euro , şampiyona 9 Milyon Euro, finali kaybedene ise 5,6 milyon Euro veriyor. Buna göre sadece Şampiyonlar Ligi’nde 32 takıma dağıtılan tutar 754,1 milyon Euro düzeyinde...

2010-11 sezonunda ülkemizi gruplarda temsil eden Bursaspor'un kasasına bu bağlamda giren para 20 milyon 48 bin Euro.

Gruplara kalan takımlar katılım bonusu olarak 640 bin Euro, maç başına bonus 360.000 Euro, galibiyete 120 bin Euro, beraberliğe ise 50 bin Euro veriyor.

Gruplardan çıkan 200.000 Euro, ilk 16'ya 300.000, çeyrek final 400.000, yarı final 700.000 Euro verdi. Finali kazanan 3 milyon , kaybeden ise 2 milyon Euro UEFA Avrupa Ligi'nde gruplara kalınması halinde medya payını da arttıran UEFA, Avrupa Ligi'nde mücadele eden 56 kulübe bu şekilde geçen sezon toplam 150.360.000 Euro dağıttı.

2010-11 sezonunda Avrupa Ligi'nden Beşiktaş 8,4 milyon Euro kazandı.

Görüldüğü üzere sadece şampiyonlar Ligi ve Europa Lig'den 2010-11 sezonunda iki kulübümüzün toplam kazancı yaklaşık 28,4 milyon Euro. Çok basit bir hesapla Türk takımlarının sadece bu iki organizasyona dahil olamamalarından dolayı yıllık kaybı minimum 28,4 milyon Euro civarında. Beş yıl sadece katılım ve sportif performans olmayacağından kayıp 142 Milyon Euro'ya ulaşıyor.

Bunun yanı sıra, kulüplerin ekstra maç günü geliri olmayacağından buradan da kaybedilecek tutar yıllık yaklaşık 6 takım için ortalama 750'şer bin TL'den 487.500 TL olmak üzere 10 maçta 4.9 milyon TL ve buradan da minimum 5 milyon TL (yaklaşık 2 milyon Euro) yapar. 5 yıldan da buradan gelecek kayıp yaklaşık 10 milyon Euro'ya ulaşabilir.

Sadece kulüplerimizin yıllık maç günü kaybı en az 10 milyon Euro'ya ulaşır ki, bu tutar'ın yüzde elli daha fazla olma ihtimalini de göz ardı etmeyelim.

Bu tutarı da eklediğimizde sportif performans + maç günü gelir kaybı 5 yılda 192 Milyon ile 220 milyon Euro arasında olabilecektir.

Reklam gelirleri...

UEFA tarafından verilecek olan tutarların yanı sıra, Avrupa'da mücadele edeceği için kulüpler ile özel sponsorluk ya da reklam anlaşması yapan kurumlar da ‘5 yıl Avrupa'dan men' kararının ardından kulüplere olan para akışını da durduracaktır. Futbolun sponsorluk ve reklam gelirleri konusunda ciddi bir sekteye uğraması, muhtemel kulüplerin 5 yıl boyunca özel reklam anlaşmalardan yoksun kalmasına sebep olacaktır. Bunun mali bedeli ise toplamda 50 milyon Euro’ya kadar yükselebilecektir.

Sponsorluk gelirleri,

Avrupa'da mücadele edemeyecek kulüplerimizin sponsorluk desteği bulması da zorlaşacaktır. Buradan da gelecek kayıp en az 30 milyon Euro civarında olabilecektir.

Zarar 250 Milyon Euro’ya Kadar Çıkabilir!

Sonuçta, futbolun asıl gelirlerinin dışında başta turizm olmak üzere uydu, tv, decoder, diğer elektronik ekipman vb. olmak üzere 25-30 Milyon Euro civarında da diğer gelir kayıplarını da baz aldığımızda, bu tutar toplamda 250 Milyon Euro'ya kadar yükselebilecektir.
Toplam gelirlerimizin 525 milyon Euro civarında olduğunu dikkate aldığımızda, Türk futbolu böylesi bir kararda toplam gelirlerinin %47’sini kaybetmiş olacaktır. Kaldı ki, bunun etkisi sadece beş yıl ile sınırlı kalmayacaktır. Gelecek 6-7 ve hatta 10. Yıla kadar bu zararı hesapladığımızda, bu tutar yüzde elli daha katlanarak artabilecektir.

Türk futbol ekonomisinin giderek daralması, zararın daha fazla oluşmasına neden olabilecektir.

Avrupa’ya gidemeyen Türk futbolunun izlenilirliği de düşecektir. 

Bu ise naklen yayın gelirlerimizin azalmasına neden olacaktır. İzleyen sayısının azalması, yayıncı kuruluşun yükümlülüklerini yerine getirmesini zorlaştırabilecektir. Bu durum yayıncı kuruluşun ve kulüplerimizin önemli finansal sıkıntılara girmesine yol açabilecektir. Yeterli abone ve izleyiciye ulaşamayan yayıncı kuruluşun gelirlerindeki olası azalış, futbola aktarılacak maddi fonların da azalması anlamına geliyor. Bugün naklen yayın gelirleri endüstriyel futbolun temel yakıtını oluşturuyor. Bu yakıttan yoksun bir ekonominin yol alması mümkün görünmüyor. Bu durum aynı zamanda çevresine de çok önemli dışsal etki sağlayan futbol ekonomisini ve onun katma değer yaratan paydaşları da ciddi etkileyecektir.


2.Sportif Etkisi

Kulüplerimizin Avrupa futbolunun organizasyonlarına katılamaması, süreç içinde kulüplerimizin sportif rekabet gücünü olumsuz etkileyecektir. Avrupalı kulüplerle mücadele edememek, kulüplerimizin rekabetçi dengelerini, dengesiz rekabete dönüştürecektir. Tekrar rekabet gücünü kazanabilmek ise kulüplerimizin en az on yıl boyunca üstün performans sağlamalarına bağlı olacaktır. Kulüplerimizin beş yıllık süre içinde oyun dışında kalmaları, ülke katsayımızın düşmesine yol açacaktır. Takımlarımızın maç yapamıyor olmaları, takım katsayılarının beş yıl içinde sıfırlanması anlamına geliyor. Bu ise Avrupa’ya daha az kulüp göndermek ve Şampiyonumuzun ve kulüplerimizin daha fazla ön eleme oynaması ve çok güçlü rakiplerle eşleşmesi anlamına geliyor.

Uğur Meleke'nin Milliyet Gazetesi'nde derlediği ve dile getirdi UEFA ülke katsayılarımızın bugünkü durumu ve olası inebileceğimiz sıra aşağıda sizlerle paylaşılıyor.

Avrupa kupaları sıralamasında şu anda 11. olan Türk futbolu, 5 yıl mücadelenin dışında kalırsa 53.’lüğe (yani San Marino düzeyine) gerileyecek.

UEFA Ülke Katsayısı'nda 30.Sıraya kadar Düşeriz!

"3 yıl Avrupa kupalarının dışında kalmamız halinde, 11,225 puanla muhtemel derecemiz 30’unculuk olarak gerçekleşiyor. Bu da lig şampiyonumuzun 3 ön eleme oynaması anlamına geliyor. Avrupa Ligi’ne yine 3 takım gönderebiliyoruz, ama onların da ikisi dört, biri 3 ön eleme turu oynamak zorunda kalıyor.
3 yıl Avrupa kupalarının dışında kalmamız halinde tekrar bugünkü derecemize (yani Avrupa 11.’liğine) dönüş de belki 10 senemizi alacak. Çünkü daha fazla ön eleme oynayıp, daha az takımla gruplara girmemiz, daha az puan toplamamız ve daha yavaş yükselmemiz anlamına gelecek." (Uğur Meleke, Milliyet, 30 Nisan 2012)

Türkiye Futbol Federasyonu’nun 2010 yılında düzenlediği ve Türk futbolunun gelecek 10 yıllık stratejisini oluşturan “Futbolla Türkiye’yi İleriye Taşıma” temel anlayışından da vazgeçmek anlamına geliyor. Bu ise, Türk Futbolun temel çelişkilerinden birisini oluşturuyor.

3. Altyapıya Etkisi 

Futbola yeterli fon transfer edemeyen ve gelir elde edemeyen bir ekonomi doğal olarak, futbolun alt yapısına da yatırım yapamayacaktır. Alt yapısı gelişmeyen ya da ihmal edilen bir futbol liginin ayakta kalması ve rakipleriyle mücadele edebilmesi mümkün değildir. Bu durum orta ve uzun vadede futbolumuzun rekabetçi dengesini sportif anlamda olumsuz etkileyecektir.

Sonuç

Yukarıda yaptığımız analiz ve bu analizden çıkarmaya çalıştığımız olası sonuçlar, Türk futbolunun Avrupa’ya gitmeme gibi bir lüksünün olmadığını bize gösteriyor.

UEFA’ya karşı bir duruş sergileyebilmenin yolu iktisadi, mali ve sportif anlamda güçlü olmaktan geçiyor. Bu güç dengesi ve merkezinde yer almayan bir futbol yapısının ayakta kalması, böylesi bir karar durumunda ancak devletin açık desteği ve bu alana aktaracağı parasal fonlara bağlı olacaktır. Bu ise, siyasetin futbol üzerindeki vesayetini daha da artırması anlamına gelir. Oysa, biz bu vesayeti ortadan kaldırmanın yolunu aramalıyız.

Tuğrul AKŞAR

24 Nisan 2012 Salı

Zokora Makara - 2

Zokora Makara maruz kaldığı ırkçı saldırının ardından muhattabının cezasının iki maçla geçiştirilmesine "Umarım vicdanı rahattır" diye karşılık vermiş bugün Sabah'ta.

Emre zaten vicdanının rahat olduğunu itirafçı olduğu gece de söylemişti. Ondan yana bir sıkıntı yok. O sözleri eden ve öylesine bir cezayla meseleyi atlatan bir adamın vicdanen huzursuzluk duymasını tahmin etmiyorum. Duymuş olsa, vaktiyle Newcastle'da* yaptığını tekrar etmezdi zaten. Onun için küfürler, ırkçı saldırılar bir refleks olmuş durumda. Halinden memnun. Nasıl olsa korunuyor da... Ne ala.

Artık vicdanı sorgulanması gereken de Emre değil zaten. Trabzonspor yönetimi ve teknik heyeti...

Trabzonspor tarihi boyunca birçok haksızlık deresinden geçti paçaları ıslak. Yakın tarihte seri bir şekilde 3 tane çalınmış şampiyonluk sayabiliyorsanız, o dere boynu geçmiştir hatta. 10 ay önce başlayan davayla birlikte maruz kaldığı muamele su yüzüne çıkmasına karşın hakkını arama konusundaki yetersizliğiyle göze battı Trabzonspor.
Aralıklarla parlayan fakat tez sönen kıvılcımlar dışında doğru bir hareket planı yoktu Trabzonspor'un. Demirören'i destekleme kararıyla dik duramadıklarını ispatladılar da aslında. Biz isyan ederken "Ama üzerlerinde baskı var" "Ama bunlar Trabzonspor'un çıkarı için" "Ama içeriye adamımızı soktuk" diyenler şimdi basit ve alenen ortada olan bir ırkçılık meselesinde bile hak ettiğini alamamaktan yakınıyor. Yakınmasın. Bunun olacağı aşikardı... Bile isteye denize düştük, göre bile yılana sarıldık ve zehirlendik. Şimdi dert yanmak ancak şuursuzca bir pişmanlığın göstergesi olabilir.

Neyse. Karışmasın.

Gelmek istediğim nokta şu. Bu kadar sıkıntı çeken ve göz göre göre mağdur edilen bir takım, kendi oyuncusu için bir şeyler yapmaktan bile aciz kalmamalıydı. Trabzonspor, Beşiktaş maçına çıkarken birtakım kaynaklar, sahada taraftarların talep ettiği protestonun gerçekleştirilmesini bekliyordu. Söylenene göre tüm futbolcular başlama düdüğüyle birlikte yere oturacak, ayakta bir tek Zokora kalacaktı. Yapmadılar... Hiçbir şey yapmadılar. Sonradan çıkan dedikodulara göre bu protestoya konu uzamasın diye Şenol Güneş izin vermemişti. Yönetimin de korkak davrandığı söylendi...

Ne kadar gerçek bilinmez. Fakat bu kadar talebe ve bırakın talebi gerekliliğe karşın, şu kadarcık bir eylemi yapamayan, yaptırmayan Trabzonspor yönetimi ve teknik heyeti vicdanını bir yoklasın...

Hep baskı, baskı diye bahane üretildi sağda solda. Kulağa fısıldadılar "ama zor durumdayız, sırtımızdaki yük de büyük" diye... İdare edin diye...

Hikaye... Bahane.

Şenol Güneş'i babam gibi severim. Yalan yok.

Fakat şu son mevzuu içimde bir şeyler kırmıştır...

Söylemezsem de samimiyetsizlik olur.
Doğrusu bu.

Kızgın ve kırgınım.
Üzgünüm de.

Emre için basın dahil yönetimi bilmem nesi seferber olurken, biz Evra'ya yapılanı sindiremeyip Suarez'e tavır koyan Rio Ferdinand kadar olamadık.

Emre'yi boşverin.
Şenol Güneş ile Sadri Şener'in vicdanı rahat mı şimdi acaba?

Bir de onu soruver Zokora Makara...

*Newcastle yerine Everton yazmışım başta ve ben bunu günler sonra fark ediyorum. Te Allahım. Ne sinirle yazdıysak... 

Her Günüm Erdem Ergün...

Aylar önce sesini ilk duyduğumda Nev zannetmiştim kendisini. Ama değildi.
Biraz Nev, biraz Erkan Oğur... Sanırım birazcık da ben...

Adı Erdem Ergün.
2010'da çıkardığı ve benim tam bir yıl sonra anca keşfedebildiğim albümü ise "Yek Ahenk".

Önce "Alma Ahımı" şarkısını dinledim. Sonra "Aşk Dediğin". Arkasında "Gel Dedim". Burada biraz durdum.
Onlarca kere dinledim. "Gel dedim, gel dedim, gelmedin yarim senden bana fayda yok ağrısın sızısın..." Ezber edene kadar.

Ezber etmek o kadar mı zor diye düşünmeyin. Bu şarkıları dinlerken, ya da doğrusu, ben bu şarkıları dinlerken zor.

Ne zaman bu kadar beğendiğim bir şarkı olsa, "şimdi ezberlemek için dinleyeyeyim" diyorum ve her defasında kendimi şarkıya kaptırmış, son saniyelerinde yine sözleri kaçırmış, tam anlamıyla uyuşmuş buluyorum.
O yüzden benim çok sevdiğim şarkıların sözlerini ezberlemem epey zaman alır.

Erdem Ergün'de de yaşadığım buydu.



Gel Dedim'i biraz tüketince, albümün gerisinden devam ettim. "Pişmanım" diye... "Hayat acıkan karnım olsun" diyen bir adamdı Erdem Ergün bu şarkıda... "Hayat kurtarılır bir şey mi?" "Çok pişmanım anacığım çok pişmanım" yalvarışının yerini başka hangi söz doldururdu?

Sonra devam ettim işte... "İstanbul'da", "Seversem", "Gül" "Sebebini Bilmeden."

Tam sekiz şarkı... Bir tanesi bile sekmemiş, bir tanesi bile es geçmemiş hayatı. Ve bir tanesi bile ıskalamadı beni.

Anlatımı bu kadar yoğun, içi bu kadar dolu, hem bu kadar batılı, hem de bu kadar doğulu, bırakın albümü, çok çok az şarkı dinlemişimdir.

Kulağımın ve kalbimin arzuladığı her ses ve her söz, müthiş bir uyum içinde akıyor Erdem Ergün'de.

"Tam benlik" klişesinin göbeğindeyim, ama durum böyle.

Muhteşem bir albüm özetle... İyi ki keşfettim, iyi ki dinlemekteyim dediklerimden...

Bir arkadaşın dediği gibi "Daha iyisini kendisi bile yapamaz."

Sanırım doğru...

Keyfini çıkarın siz de...

Mümkünse gece. Mümkünse yalnızken dinleyin.

Melankoliyi de Erdem Ergün'ü de seviyoruz... Ve onu mümkün olduğunca çok kişiye tanıtmayı bir görev biliyoruz...

Aptalların Gölge Oyunu - Tunga Liman


Bordomavi.net'in kıymetlisi Tunga abiden yine çok ufuk açıcı bir yazı... Muhakkak okunmalı. 



APTALLARIN GÖLGE OYUNU: ENDÜSTRİYEL FUTBOL - TUNGA LİMAN

Çok uzun süredir ötelenen bir yazıdır bu. Bir türlü yazacak şevki bulamadığım ama anlatmasam beni şişirecek bilgiler. Paylaşıp rahatlamak en güzeli.

Futbolu takip edenlere daha baştan aptal muamelesi yapılması zoruma gidiyor. Tüm dünyada kullanıldığı için bizde de yanlış olarak kullanılan bir terim: Endüstriyel Futbol!

Türkiye’de bir büyük yalan.

Etik değerlerin ayaklar altına alındığı, etik değerler olmadan marka değeri oluşturulmaya çalışılan ve bu nedenle bir türlü değer kazanmayan bir endüstri kolu.

Neyi doğru yapıyoruz ki, futbolumuz düzgün olsun derseniz, eyvallah. Kanunların bile uygulanmadığı yerde, etik değerlerden bahsetmek lüzumsuz. Gücün kanun olduğu, direnişin suç olduğu bir kara parçasıyız aslında.

Bizi bireyler olarak hayata bağlayan ise aslına bakarsanız dünyanın globalleşmesi; yani sınırların flulaşması, insanların iletişim sayesinde birbirlerine yakınlaşması. Böyle bir dünyada kendi başınıza yaşamak, kendi kendine yetmek artık mümkün değil. Talepler artıyor, arz onunla yarış halinde.

Bir mal ve hizmet için de, hukuk ve adalet için de temelde bu var. Bir talep olacak önce, sonra o talebi karşılayacak arz.

İşte bizim bize özel sorunumuz da bu noktada başlıyor. Adaleti talep ediyor muyuz? Tümden? Hukuk ne kadar önemlidir bizim için? Yoksa güce karşı boyun eğecek kul kültürü mü kabul ettiriliyor bize?

Gücü olanın, gücü nispetinde haklı olması bu ülkenin yerleşik kültürü müdür? Ya da makus talihi?

Demokrasilerde iktidar çoğunluğa verilir, zira çoğunluk haklı olsa/olmasa güçlüdür; ama bir demokrasinin çağdaşlığı o iktidarın ve/veya gücün azınlıkta kalanları koruması nispetindedir. Ve ne yazıktır ki, bugün bu noktanın çok gerisindeyiz. Ve ne yazıktır ki bunu şu an için yaşayan sadece ülkenin azınlıkta kalan bölümü Trabzonporlular’dır. Yani çoğunluk güçlü olduğu her noktada gücü ile diğerlerini göz göre göre ezmeyi hak görmektedir.

Türkiye futbolcuların bonservis rakamları ve naklen yayın gelirleri itibariyle Avrupa’da 6. sıradadır. Kulüplerin aldığı puanların ülkelere dağılımına göre ise 14. Avrupa Ülkesi’dir. Yani harcamada 6., kazançta 14. Çok kötü bir fizibilite sonucu. Bizden az kazanan 8 Avrupa Ülkesi bizden daha başarılı olmuş.

O halde şunu söylemek mümkün: Tüm kulüp yöneticilerinin ve TFF’nin sürekli olarak ağzından düşürmediği “gelirleri arttırmalıyız” klişesi büyük bir yalandır. İnsan kaynağı olarak Avrupa’nın en şanslı sayılabilecek ülkesiyiz. Futbol gelirlerinde Avrupa 6ncısıyız; ama icraatta tüm kulüpler zararda, hepsi büyük borçlar altında ve gelir üretemiyor.

Lafı dolandırmaya gerek yok: Türk Futbolu’nu
1- Aptallar
2- Futbolseverleri, taraftarları aptal yerine koyan yöneticiler yönetiyor.

Futbolseverleri aptal yerine koyanlar sonuçta kendileri de çok akıllı olmadığı için açık açık söyleyebiliriz ki; futbolu aptallar yönetiyor.

Olan biteni yorumlayanlar ise çoğunlukla olan biten ve açık açık görünen ile bizim çok net anladıklarımız arasına bir perde koymaya çalışıyor. Böylece “siz anlamazsınız, ben anlatayım” durumu oluşuyor.

Durum çok net: Gözümüzün içine baka baka bize “aptalsınız!” diye bağırıyorlar. Biz de renklerimize göre buna bir tepki veriyoruz.

Bu aptallık öyle bir seviyede ki, arkadan ışık yansıtılan bir sahnede sözüm ona gölge oyununda aktörler. İyi de, biz bu yandan sizin siluetlerinizi çok net olarak görebiliyoruz. Anlıyoruz aslında sizin kim olduğunuzu ve ne yapmaya çalıştığınızı.

Kulüpler taraftarlarını çoktan unuttular. Taraftarlar da taraftarlıklarını. Bazıları renklerini bile unuttu takımının. Tüm renkler kayboldu. Karardı her şey.

Endüstri dediğin gelirler ve kaynaklar ile bir ürün veya hizmet üretir. Nerede bu endüstriyel futbolun üretimi? Ne ürettik şimdiye kadar? Konya kadar coğrafyadan onlarca yıldız çıkaran Hollanda’dan üstün müyüz? “Bilmem kaç maçtır sahamda yenilmiyorum” diyen takıma Avrupa’dan gelen ilk Genç Oğlanlar takımı çakıp gitmiyor mu? Bu gururunuza dokunmuyor değil mi? İşte o yüzden siz de aptalsınız!

Bizim duruşumuz var deyip, ilk üç kuruşluk menfaatte zırt diye o duruşu yerle bir ediyor musunuz? Aptal değil de akıllı mısınız peki?

Aynı deliller ve hukuk disiplini içinde birkaç farklı yorum çıkaran adamlar hukukçu, biz keresteci miyiz? Akıllı mı bu adamlar şimdi?

Peki biz, belimizi büken, nefesimizi kesen adamlara hayat vermiyor muyuz? Zeki olduğumuzdan mı bu?

Bu sene 5 senedir aldığımız kombineleri alamadık. Ne dendi bize? “Gidin falancadan isteyin”. Kulübe katkı olsun diye parasıyla alınacak kombine için birilerine gebe bırakılmak istendik. Almadık. Bizim giremediğimiz tribüne girenler “Canım Bakanım yalarım” dediğinde ne tepki verdik ki, kulübümüzden dahasını istiyoruz?

Daha iki kuruşluk menfaat için önüne gelene “ağam – paşam” diyen adamların kulübe ve yönetime “dik oynayın” demesi ne kadar tutarlı? Sen daha ufak bir yetkiliye karşı menfaat pazarlığı yüzünden dik duramamışken, Trabzonspor Yöneticisi’ne tüm Türkiye’ye, başbakana karşı “dik dur” demeyi hak mı görüyorsun?

Hayalimizdeki kahramanın, TRABZONSPOR’un dik durabilmesi yöneticilere, futbolculara bırakılamayacak kadar önemli bir iştir. Gelip geçici olanlar değil, kalıcı olanlar dayatmalıdır değerlerini. O da Trabzonspor Taraftarı’dır. Bunun etkili olması için en temel prensip ise örgütlü olmaktır. Örgütlü olmak yetmez. Çalışkan olmaktır. Üretken olmaktır. Lafla peynir gemisi yürümez; aktivist olmaktır.

Yoksa aptalların gölge oyununu ağzımız açık izlemeye devam ederiz. Böyle olacaksa şikayet de edemeyiz.

Çok yazılacak şeylerin ilki bu. Dahası da bir sonraki yazıda.

Kimden bekleyeceğiz adaleti? Bunca aptallığı bertaraf edecek bir akıllı çıkacak mı kuyuya taş atacak? Umutsuzluğun yazısı olacak bunun devamı.Bir de bunu kıracak kadar kararlı motivasyonun.

Tunga LİMAN
tliman@bordomavi.net

23 Nisan 2012 Pazartesi

Halis Muhlis Mithat

Mithat Halis ile Trabzonspor'un göbek bağı herkesce biliniyor artık. Daha önce medyaspor'da yazdığım bir haberde ayrıntılarıyla anlatmıştım:

http://www.medyaspor.com/haber/takimin-yarisi-onun-3056184

Bugün Haber61 kaynaklı bir iddiaya göre Tomas Sivok da Trabzonspor'daydı! Kısa süre içinde yalan olduğuna dair haberler de yayınlandı fakat bu iddia sonrası Halis meselesi yeniden gündemime oturdu diyebilirim.



Mithat Halis'in takıma kazandırdığı neferlere şöyle bir bakıyorum: maliyeti ile verimi arasındaki uçurum gittikçe açılan Adrian... Faydalanılamamış ve kiralanmış, orada da son hafta ilk onbir çıkınca şaşırtan Pawel ve varlığı unutulan Piotr... Antep'e kiralandıktan sonra başarılı performans gösteren fakat Trabzonspor'da hocanın sebebini bilmediğimiz şekilde üzerine düşmediği Sapara... Sezon başında İBB maçında yaşadığı sakatlıktan sonra 17 Eylül'den bu yana kayıp olan Vittek... Ligin 22. haftasında sakatlanan ve o tarihten bu yana forma giyemeyen Glowacki... Tüm bunların dışında Celustka ve Marek Cech'in yanısıra bir de Alanzinho.

(Tabii bir not düşelim burada. Alanzinho ve Cech Halis'in aracılık yaptığı isimler.)

Totalde bu 9 kişiden faydalanabildiğimiz kadarı Glowacki'yi de katınca sadece 4.

Şanssızlıklar, sakatlar, uyum sorunu vs. diye çeşitli haklı gerekçeler de üretebiliriz. Fakat manzara ortada.

Sivok haberini görünce ilk aklıma gelen de menajer meselesi oldu. Tam da hatırladığım gibi, Tomas'ın aracı menajeri de Mithat Halis idi. Nehoda Sport şirketine bağlı olan Tomas'ın resmi menajeri Zdenek Nehoda, Halis'in Türkiye iş ortağı diyebiliriz sanırım. Nehoda, bir başka Tomas'ın daha menajeriydi: Tomas Jun. Malumunuz olan Jun. Bu transferde de Türkiye aracısı Mithat Halis idi, imza töreninde de hazır bulunan Halis. Sivok'u da Zapotocny ile birlikte Beşiktaş'a öneren Halis.

Halis muhlis bir menajer dedikodumuz daha hayırlı olsun diyeyim ben... Aslında değinilmiş olsaydı haberin de menajeri baz alınarak yazılmış olduğunu söylerdim ama muhtemelen editörler bu ayrıntıyı fark etmiş değiller.

Şeytanın avukatlığı ise, varsın...

Tabii bu arada Sivok'un, gerçekleşmesi halinde iyi bir transfer olduğu gerçeğini değiştirmez bu durum.

Ben yine de size resmi göstereyim de...

21 Nisan 2012 Cumartesi

Afrika Kızgın ve Kırgın

Emre’nin Zokora’ya ırkçı saldırısı skandal bir cezayla geçiştirilmeye çalışılıyor. Üzerine konuştuk, daha fazla bir şey eklemeyeceğim. İki adet haberden bazı bölümlerin tercümesini yayınlamak istiyorum izninizle. 

İki haber de Afrika’dan.

İlki Star Africa sitesinden... Emre Belözoğlu’nun ırkçı söylemleri ilk afişe olduğu zamandan.


“Zokora, Türkiye’de ırkçılık kurbanı oldu” başlıklı haberin ilk satırları şöyle:
“Afrikalı oyuncuların Batı’da uğradığı ırkçı saldırılar son bulmuyor. Son kurban Didier Zokora...”



Haber devam ediyor:

Pazar gecesi Türkiye’de oynanan maçta, Fildişi Sahilleri milli takımı orta saha oyuncusu Didier Zokora, Emre Belözoğlu’nun ırkçı saldırısının hedefi oldu. Fenerbahçeli ortasaha oyucusu, Türk medyasında yer aldığı şekliyle, Trabzonspor forması giyen Fildişili milli oyuncuya “dirty negro” – pis zenci – ifadelerini kullandı. Istanbul’da düzenlenen bir basın toplantısında ortamı sakinleştirmek için takım arkadaşı Joseph Yobo ile birlikte ekran karşısına geçen oyuncu, özür dilemek yerine sözlerini açıklamaya çalıştı. Kanaryaların ortasaha oyuncusu "O anın gerilimiyle bazen kötü şeyler söyleyebiliyoruz. Aptalca bir söz kullandım. Söylediklerim için özür dilerim” diyerek ifadelerinin karşılığı olan sekiz maçlık cezadan kurtulmak için çabaladı. Sadece futbol sahaları değil, hiçbiryerde yeri olmayan bu sözlerin ötesinde, Inter Milan’da da oynayan Türk oyuncunun ırkçı tavrı bardağı taşırdı. Emre bu jargona ilk kez başvurmuyor. 2007 yılında da Newscastle’da oynarken 3 Evertonlı oyuncuya ırkçı saldırıda bulunmuştu: Tim Howard, Joleon Lescott ve... basın toplantısına katılan Josep Yobo. Yobo hafıza sorunları mı yaşıyordu acaba? Gerçek şu ki bu olay milli oyuncunun İngiltere liginden ayrılmasını da hızlandırmıştı. Emre Belözoğlu, futbol dünyasının ve basının önünde, Joseph Yobo’nun yanısıra soyunma odasında bulunan Senegalli Issiar Dia ve Moussa Sow gibi diğer Afrika doğumlu oyunculara da açıklama borçludur.

İkinci haberimiz ise yine bir başka Afrika haber sitesi Afrik.com dan. Bu da saçma sapan cezanın kesilmesinin ardından siteye düşen “sitemli” haber:


“Emre Korundu, Trabzonspor ve Zokora Sindiremiyor” başlıklı haber sitemlerle dolu...

Takımı Fenerbahçe ile Trabzonspor arasındaki maç sırasında Didier Zokora’ya karşı yaptığı ırkçı yorumlar için Emre Belözoğlu Türkiye ligi Disiplin Komitesince suçlu bulundu ve ....iki maç ceza aldı. Bu “dil sürçmesini” ilk kez yaşamayan oyuncunun hakaretleri göz önüne alındığında çok komik görünen bir ceza. Duyurunun yapılmasıyla birlikte Trabzonspor Kulübü, Fildişi milli oyuncusunu savunmak için Emre’ye karşı şikayetçi olunacağını açıkladı.


**
İki maç, iki küçük maç: Fenerbahçe ile Trabzonspor arasındaki maç sırasında Didier Zokora’ya “dirty negro” diyen Emre Belözoğlu’na verilen cezanın süresi yalnızca bu kadar. PFDK tarafından suçlu bulunan oyuncu, disiplin talimatının sekiz maçlık ceza gerektirdiğini yazan bölümüne karşın hoşgörüyle karşılandı.

Komisyonu uyutmak için alelacele düzenlenen bir basın toplantısı, birkaç iyi seçilmiş özür cümlesi ve Afrikalı takım arkadaşının varlığı, ki bu da Joseph Yobo, yetti. Inter ve Galatasaray’da da forma giyen oyuncunun tarihinde sanki hiç böyle bir şey yaşanmamış gibi... Oysa ki Emre Belözoglu mükerrer suçluydu. Emre, 2007 yılında da Newscastle’da oynarken 3 Evertonlı oyuncuya ırkçı saldırıda bulunmuştu: Tim Howard, Joleon Lescott ve... basın toplantısına da katılan takım arkadaşı Josep Yobo. Bu serüven oyuncunun Premier Ligden ayrılmasını da hızlandırmıştı.  

Suçlu bulunan ve bu nedenle cezalandırılan Emre Belözoğlu, sanki kırmızı kart almış gibi, yalnızca iki maç sonra takımına geri dönecek. Trabzonspor alınan kararla ikna olmadı. Trabzonspor Kulübü cezanın açıklanmasının ardından Emre’ye karşı ırkçılık suçundan şikayetçi olunacağını açıkladı. Bu sadece kulübün Fildişili oyuncuyla dayanışmasını değil, aynı zamanda, en son Emmanuel Eboue örneğinde olduğu gibi, Afrikalı oyuncuların sıklıkla hedef haline geldiği bir ligde bu tür olayları önlemek için daha ağır bir ceza verilmesini sağlama niyetini göstermesi açısından da önemli. Şikayet doğrultusunda Emre’nin daha ağır bir şekilde cezalandırılması şık olacaktır, eğer bu iki maçlık ceza mahkemeye taşınmazsa, Türkiye ligi her haftasonu stadyumlarında huzursuzluk yaratan birkaç fanatikten kurtulmaya hazır değil demektir. 

***

Fazla söze gerek yok sanırım... 

***

Birkaç tane de yabancı basın örneği ekleyelim:



Fildişi Sahili Futbol Federasyonu'nun web sayfası:
http://www.fif-ci.com/brevs-details.php?newsID=4660
Portekiz:

 

Polonya:

Yunanistan:

Fransa:

Eurosport edisyonlarından örnek-Fransa:

Goal.com edisyonlarından örnek-Almanya:
 
İtalya:

Blog: