28 Nisan 2012 Cumartesi

Deniz Kokusu Çeker Beni... 23 Mayıs...

 
 


Kulağımda 23 Mayıs günü boyunca tekrar tekrar dinlediğim ve sicim gibi gözyaşlarımın aktığı o şarkı var: “Deniz kokusu çeker beni… çırpınır durur özlemlerim, özgürlüğüm sana doğru…”

İzleyemiyordum maçı… Odama kapanmıştım. Gollerde salona koşuyor, bazen lanet, bazen ümitle bakıyordum ekrana. Sonra yeniden odama geçiyordum. Bilgisayar kucağımda, dünyanın en aptal zekisi olan bu aletin karmaşasında uyuşturmaya çalışıyordum kafamı. “Olmayacak işte…”

Olmadı.

Ağladım. Ama o kadar da dokunmamış mıydı sanki?

“Aferin be kızım, aferin be Gamze… Sandığından daha kolay göğüsledin” demiştim kendi kendime.

Dört yolun birleştiği köşede yükselen apartmanımızın önüne yığılmış onlarca araba ve insanın, kornalarla, tezahüratlarla, çığlıklarla yaptığı kutlamaları duymazdan gelmeye çalışıyordum. Çok zoruma gidiyordu… “Ben de gidip hepsini boğmak istiyorum şu anda kızım…” diye söze girmişti o fair-play ruhu bazen beni bile sinir eden babam. Şaşkınlıkla bakmıştım yüzüne… “…ama tersini düşün. Onların yerinde biz de olsaydık böyle sevinecektik. Yapacak bir şey yok. Biz zaten hak ettik o şampiyonluğu. Sen kendini üzme…” diye devam etmişti konuşmaya, her zamanki gibi yine aceleci hüküm vermiştim. Adil oyunu hala öldürmemişti.

Odama geçtim yine. Son yazdıklarımı okudum.

“Bu gol, o bayrak nedir arkadaş? Biz neyin yarışını yapıyoruz o zaman! Neyin peşinde koşuyoruz? Kim inandıracak beni o golün şaibesiz olduğuna” demişim. Tekrar okudum. Kimse inandıramazdı.

Neyse, “bitti” dedim ve hayatımın en ızdıraplı uykularından birine bıraktım kendimi.

“…geçmez oldu zaman, yalnızlığım sana doğru…”

Sabah kalktığımda nispeten iyi hissediyordum kendimi. “Malum sonuç olursa işe gelmem” dememe rağmen, hazırlandım ve yola çıktım. Sonra “deniz kokusu çekti beni”… Bütün gün… Bütün gün. Saatlerce. Yemek yerken. Yazı yazarken. Eve dönerken. Metroda. Otobüste. Ağladım. Dinledim. Ağladım. Şey gibiydi bu… Hani, çok sevdiğin birini kaybedersin… Ama olayın sıcaklığıyla anlamazsın başına geleni. Yokluğunu anlamak için üstünden vakit geçmesi gerekir. Benim için o vakit sadece bir geceydi. Ertesi günü, o lanet, o kara 23 Mayıs’ta, kimisine 28, bana ise 23 yıldır yarenlik eden ümidimin, o büyülü hayalin bir kez daha elimden alındığını fark etmiştim. O boşluk korkunçtu.

“Bir şey söyle bana, duyulsun sesim şarkı halinde…”

Adından çok daha ötesiydi o hayal. Hiç kimseyle, hiçbir şeyle olmadığı kadar kendimi bütünlediğim Trabzonspor’un içimde yükselen sesini duyacaktı cümle alem. Bir şarkı gibi… Ahenkle.

“…Al beni götür uzaklara, özlediğim sevdaya doğru…”

Neyi ispat edecektim bilmiyorum. Hangi egom tatmin olacak, nasıl bir doyumsama yaşayacaktım kestiremiyorum. O gece sabaha kadar Taksim’de horon etmek, korkunç bir yorgunluk dışında hayatıma neler katacaktı hesaplayamıyorum. Ama 5 duyumdan bağımsız hareket eden o şey, buna çok ihtiyacım olduğunu söylüyordu.

İzin vermediler.

Ve ben şimdi o şarkıyı yeniden dinliyor, Karadenizimin kokusuna doğru çekiliyorum...

Ve korkuyorum arkadaşlar.

Kör edilmiş vicdanlardan, doğruya yasaklanmış dillerden, paraya teslim edilmiş nefislerden irkiliyorum.

Ne kadar çoklarmış.

Ve milyonlarcasının “çırpınıp duran özlemlerini”  bir çırpıda silip atanlara, vicdanlar hapsedemedikten sonra, hangi parmaklıklar yetermiş?

Böylesi vicdansızlara bu kurumları ve gücü hangilerimiz teslim etmiş?

Ne büyük hata etmiş...

1 Aralık 2011...

***

SANA DOĞRU 

Bir şey söyle bana
Duyulsun sesim, şarkı halinde
Geçmez oldu zaman
Yalnızlığım sana doğru

Dağıt saçlarını rüzgara doğru
Uçuşsun saçın sevgi halinde
Al beni götür uzaklara
Özlediğim sevdaya doğru

Deniz kokusu çeker beni
Gözlerim değer ufkuna doğru
Çırpınır durur özlemlerim
Özgürlüğüm sana doğru 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder