7 Ekim 2012 Pazar

Günlükçe...

http://fizy.com/#s/16murd

25 gün içinde evden iki defa çıktım. İlkinde arabayla hastaneye. İkincisi ise bugün, tek başıma, elimde bastonum, sargılı ayağımı sürüye sürüye...

Hayatımda ilk defa bu kadar uzun süre dış dünyadan koptum. Bir defa olmak üzere 4 sene önce ortalıkta gezinen garip bir virüs nedeniyle feci bir şekilde hastalanıp 5 gün boyunca yataktan çıkamamış, 6 gün boyunca da evden dışarı adım atamamıştım. O dönem finallerim vardı ve ben tam 5 sınavımı kaçırmıştım. Can sıkıcıydı. Hastalık tam bir dert zinciri, sürekli bir şeyleri tetikliyor ve hayatınızı daha zor kılmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Nitekim o sene bütünlemelerin de sadece üçüne girebilmiş, bunlardan ikisini verebilmiş, son senemde biri belalı Almanca olmak üzere alttan aldığım üç ders ve dönem derslerimle birlikte stresten strese gark olmuştum. Almancam çok kötüydü, itiraf ediyorum. Ama hoca beni sever ve idare ederdi. Ancak alttan aldığım dersin hocası Deutschland'ın (doğru mu yazdım acaba) s'si unutulmuş diye koca soruya sıfır verecek nitelikte bir hatundu sağolsun. Vizesine girmemiş, finalindense 19 almıştım. Öğrencilik tarihimin en düşük notu. Bütünleme ile final arasındaki 10 günde, hayatımda hiç olmadığı kadar düzenli ve yoğun ders çalıştım. Abartmıyorum; ne ÖSS ne de YDS için böyle sistemli bir çalışmam olmamıştı. Okulu uzatırım korkusuyla 10 günde dili çözdüm resmen. Ama o kadar emek yine de 70'in üzerine çıkamamıştı. Olduğu kadar...

Nereden nereye geldim. Demem o ki, önemsiz bir hastalık, aradan geçen koca bir seneden sonra bile hayatınızı zehir edebiliyor.

Bu zehirli dönemlerden birinin içindeyim işte bu haftalarda. 37 gün kadar önce yağmurlu bir İstanbul akşamında kaldırıma adım atarken kayarak ayağımı sert biçimde boşluğa savurup yere basmam bana neredeyse 60 güne mal olacak totalde. Lanet olası converselerin ıslak zeminde çektiği patinaj, hayatımın 60 sağlıklı gününü çaldı demek oluyor bu yani. Şaka değil, 2 ay.

Küçümsememek lazımmış ağrıları. 22 gün kadar sonra 24 yaşına gireceğim, hastaneye gitmelerim iki elin parmağını geçmez. Alışkın değilim bu işlere yani. Çok önemsemem de. Hastaneye gidip 2 günde kurtulacağıma, 4-5 gün kendi kendime iyileşmeyi bekleyen tiplerdenim yani. Zaten o hastanelerin verdiği psikolojik acıdansa, fiziksel acıyı tercih etmişimdir hep. Fakat bu kez pek hayırlı sonuçlar doğurmadı bu tavrım. 5 gün kadar sadece incittiğimi düşündüğüm ağrılı ayağımın üzerine yürüyüp, o gün şişkinliği görerek hastaneye gittim. MR gerektiği için iki gün sonrasına randevu alındı, MR sonucu haftasonuna denk gelince 3 gün de öyle attı. Derken toplamda 10 güne vardık, hala bir tedavi yoktu. Sakatlığın 11. günü hastaneye gitmem gerekirken, babamın karakoluna bombalı saldırı gerçekleşti. Hop, birkaç gün daha attık. 12 ya da 13 gün sonra ayağım alçıya alındı. Stress kırığıymış. Şiddetli. 10 günlük yürüyüşle beraber daha da kötü bir hale gelen stress kırığı. Stresten olmuyormuş, sordum, gülmediler bile. Neyse.

Aslında çok sık rastlanan bir ayak rahatsızlığı, bende tam bir çileye dönüştü. Ahir ömrümün ilk alçılı günleri başladı ayın 13'ünde. Uyku düzeni diye bir şey kalmadı tabii. Uyumak ne mümkün zira. Sere serpe diye tabir ettiğimiz modelin dışında uykusu tutmayan bir tip olduğumdan sabahlamalarım başladı. Uyumak isteyerek değil, neredeyse bayılarak uykuya dalabiliyordum. Konsantre bir şekilde çalışamıyor, zamanımı doğru değerlendiremiyor, bunu beceremediğim için sinirlerime de hakim olamıyordum.

Annelerin hakkı ödenmez. 3 hafta boyunca yediğim önümde, yemediğim arkamda oldu tam anlamıyla. Emir vermekten nefret eden, her işini kendi görmek isteyen bir yapıda olduğum için kendi çabamla bir şeyler yapmaya çalıştığım dönemlerde de bu kez sürekli üzerine yüklendiğim sağ ayağımda ağrılarım başladı. Ne güzel sürpriz. Baktım olacak gibi değil, tekerlekli bilgisayar sandalyesini ulaşım aracım olarak kullanmaya başladım. İşlevsel. Fakat halıları kaldırmanız lazım. Tekerlekleri takılıyor. Tavsiyem olsun.

Günler günleri kovaladı. Biraz zaman sonra alıştım haliyle. Bu sırada Friends'ten 6 sezon bitirdim. Sadece iki buçuk kitap okuyabildim. Birkaç blog araştırması falan derken zamanı öldürdüm gitti. Alçım, üçüncü haftasına girmeden çıkarıldı. 18 günde. Evet, artık kurtulmuştum. Muydum?

Uzun süren sakatlıklardan sonra futbolculara hiçbir şey söylemem artık.Tam anlamıyla kemik ve deriden oluşan bir bacakla karşılaştım alçı çıkınca. Dizimden aşağısı sadece görüntü olarak vardı. 18 gün içinde kasların bu kadar erimiş ya da güçsüz düşmüş olması şaşırtıcı doğrusu. Neyse yavaş yavaş toparlarız dedik, hafif hafif basmaya başladık üzerine.

Lale devri sadece 3 gün sürdü. 4. günde parmak kısmımda başlayıp iki gün içinde tüm ayağıma yayılan şiddetli ağrıyla birlikte anladım ki bu iş henüz bitmemiş. Bugün itibariyle de tedavimin eksik kaldığını ve en az iki hafta daha yeniden alçıya girmem gerektiğini öğrendim. İşin doğrusu, başta kabul etmek istemedim. Aynı ayağın ikinci defa alçıya alınacak olması fikri biraz da ürküttü doğrusu. Başka bir doktorun bakmasını istediğim için alçı işini bir gün ertelettim, derken sağolsun twitter'dan Emre hoca yardımcı oldu ve uzman başka bir doktorun daha görüşünü aldım. Sonuç kaçınılmazdı: Yeniden alçı. Tam iyileştim derken yeniden eve kapanacak olma hissi korkunç. Düşünüyorum da, bu kadar basit sayılabilecek bir iş bile bu kadar insanın canını sıkar, moralini bozarken, Allah korusun, ciddi bir hastalıkla karşı karşıya olsa insan, ne yapar... Allah herkese şifa versin. Çok zor olmalı.

Velhasıl, yarın itibariyle, artık benim için hasta odası haline gelen çatı katına taşınacağım yeniden.İki-iki buçuk hafta kadar alçı, sonrasında fizik tedavi. Bu süre zarfında işten uzak, sokaklardan uzak, sosyal hayattan uzak olacağım yine. Deli gibi bağırmak istiyor canım. Sıkıldım. Çok sıkıldım.

Ofisim, arkadaşlarım, hatta otobüs yolculuklarım bile burnumda tüter oldu. Yoruldum.

İşte bugün, 25 gün üstüne ilk defa tek başıma evden çıktım. En az bir 15 gün daha bunu yapamayacağımı bildiğimden 5 dakikalık mesafeyi 15 dakikada gidip gelsem de çıktım. Elimde bastonumla. Marketten birkaç ihtiyacımı almak istiyordum. Marketin kapısında, elinde bir tartıyla oturan 6-7 yaşlarında bir çocuk gördüm. Çok sevimliydi. Hüzünlüydü. "Tartayım mı abla?" deyince, "Nasıl çıkayım o tartıya güzelim bastonla" dedim, güldüm. Gülmedi. Tam anlamamıştı muhtemelen. Marketten içeri adım attım, o anda pişman oldum. Neyse dedim, şuradan bir çikolata bir şey alayım, para versem nereye gideceği meçhul... 4-5 dakika kadar kaldım içeride, onun çikolatasını da alarak dışarı çıktım. Gitmişti. Bir süre bakındım ancak yakınlarda değildi. Evet, gitmişti... Hüzünlü bakışları kaldı aklımda. Saatlerdir de gitmiyor gözümün önünden. Aklım o ufaklıkta. Bu saçma dönem mi fazla duygusallaştırdı diyeceğim ancak yok. Biliyorum kendimi. Küçük bir bakış üzerinden kafamda yazdığım kederli hikayelere inanıp, kendimi bunun kahrıyla baş etmeye zorlayan saçma sapan bir insanım. Hep böyle biriydim... Ona aldığım çikolatayı kendim yiyeyim dedim, beceremedim. Şu an o ufaklığı düşündükçe ağlamamak için kendimi zor tutuyorum diyeyim, siz anlayın. Kendi hayatım, kendi sıkıntılarım, kendi üzüntülerim, sevdiklerimin dertleri, hüzünleri yetmezmiş gibi hiç tanımadığım, öyküsünü bilmediğim insanların, gerçekliğinden hiç de emin olmadığım, zira kendi uydurduğum serüvenleri sıkıyor içimi ıstırapla. Eziliyorum. İşin kötüsü, çok unutkan bir insan olmama karşın, bu sahneler hiç silinmiyor zihnimden. 1999 Adapazarı depreminde annesini ve iki kardeşini kaybetmiş ufak bir çocuğun enkazdan çıkarılış anı hala gitmez gözümün önünden mesela. Onun hikayesini biliyordum da hem... 11 yaşındaydım o zaman. Muhtemelen benden 2-3 yaş küçüktü o çocuk da. 13 sene geçmiş. Şimdi koca delikanlıdır. Adı neydi hiç hatırlamıyorum. Ama 13 yıldır hala onun için de üzülüyorum... 13 yıldır bugünkü tartıcı çocuk gibi karşılaştığım her hüzünlü çocuk gözlerinde onu görüyorum... Belki çocukça bir paylaşımdı benimkisi. Ben, ailem, komşularım, herkes sapasağlamken o çok şeyini kaybetmişti. Uzaktan uzağa onun acısını paylaşmakla yükümlü hissettim kendimi belki de, bilmiyorum... Ama çok iyi hatırladığım bir şey var ki, sadece bir kere gördüğüm o enkazdan çıkarılma sahnesini dahi tamamlayamadan odama kaçarak, belki saatlerce sessiz sessiz ağlamıştım. Sorsalar niye ağlıyorsun, anlatamazdım. 11 yaşındaydım. Ağlamak ayıp gelirdi. Gizlerdim. Umarım o çocuk da şimdi hayatını, düzenini kurmuş, mümkün olduğunca mutlu yaşıyordur... Benim dualarımın her daim bir parçası oldu, olacak...

Dağıttım ve dağıldım.
Buradan sonra toparlayamam da.
Günlük yazmayı bırakalı çok olmuştu. Öyle içimi döktüm sayın.
Sağlığınıza dikkat edin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder