13 Mart 2012 Salı

Hasret, Çıkmaz Bir Karayemiş Lekesi...

Yağmur altında kalmayı hiç sevmem. Ama izlemeyi severim. Fakat günün minimum sekiz saatini geçirdiğiniz iş yerlerinde bu kadar bile imkanınız yok. Çünkü kar yağışını ya da yağmuru izlemek isteseniz karşınıza koca koca plaza camları çıkıyor… Böyle zamanlarda memleket özlemi duymamak mümkün değil. Yağmurun ıslatmaktan ve trafiği sıkıştırıp hayatı daha da zorlaştırmaktan öte bir anlamı olmadığı büyük şehirlerde, Karadeniz’i görmüş, Karadeniz’i yaşamış insanlar çok daha fazla bunalıyor… 

Önceki gece de yaşadığım buydu… Ve o bunalma hissiyle, biraz eskileri yad ettim, özlemlerimi dile getirdim twitter aleminde… Blogda bir arada olsun isterim… Ekleyeceklerim olacaktır… Şimdilik böyle dursun…
...

Şimdi Trabzon'da, bir balkondan bakıyor olmak vardı. Nasıl olsa her yer deniz görürdü… Püfür püfür. Haftanın stresi öyle atılırdı işte. Ben de küçükken memlekete gidince çok büyük bir olay diye düşünürdüm: "Evimiz deniz görüyooo!" Perdeyi bir açardık... Sanarsın leb-i derya…

Denizde yanıp sönen ışıklar anlamsız gelirdi... Tanjant yapılıyordu daha o zamanlar… "Bitmez bu inşaat" diyorlardı… Bitti. Seneler geçti…

Kırmızı bir Opelimiz vardı. Arabanın arkasında 3 çocuk uyuyabiliyoruz bile Trabzon yollarında... Şimdi birlikte zor oturuyoruz… Bir de otobüsler vardı tabii… Koltuk altlarına yatırılmış minik minik çocuklarla dolu otobüsler. Bambaşka bir dünyaydı o koltuk altları… anne kızmasın diye uyur numarası yapıp ses çıkarmazken, koltuk altlarında bakışlarla kurulan dostluklar...

Bolaman virajlarında geçen o bitmez saatler... Bolaman'ı cisminden ötürü "dolaman" sandığımız dönemler...
Bitmezdi o yollar. Uyur uyanır sorardım anneme: "Anne ne zaman gelicez?" - "Bak kızım şu yolun sonu var ya dağ, orayı dönünce geldik..."

Belki 7-8 defa aynı şeyi sorar, aynı yanıtı alırdım… Her defasında kanardım... Bir umut Trabzon'u göreceğim diye o dağı da dönmeyi beklerdim…

Bir nefeslenirdik Çömlekçi'de varınca Trabzon'a. Pele amca vardı kasap, hemen yanında bir fırın. Peynirli, kıymalı... Of of. Birer tane...

Adını bilmem, lakabı Pele'ydi. Ben esmerlikten sanardım bilmezden önce. Görünce öğrendim, meğer çok iyi top oynarmış… Pele amca başkaymış...

Fırının üst katında, bir vantilatörle serinlemeye çalışırken, şapır şupur terlerle yerdik peynirlileri… Gözler kan çanağı. Ama bir keyif ki...

O zamanlar sahil kafeler, gerçekten de sahildeydi. İki yolun orta yerinde, dımdızlak kalmalarına daha çok vardı… Severdik çok...

Ganita'da babam denize atladıkları kayalıkları gösterdiğinde korkardık. Tepedeki kafelerden biri, annemle ilk çay içtikleri yerdi...

Seneler üstüne memleketine giden babam denize girdikleri yerlerin soğuk beton ve asfalt olduğunu görünce ağlamıştı… "Ne yapmışlar böyle..."

Uzun Havuz!

Düşünürüm… Acaba ben de Uzungöl'ün havuz halini görsem şimdi, ağlar mıyım diye... Gerçi bir fotoğrafı bile yeter olmuştu ya, neyse...

Köyümün tepesine, hem de akrabamın, üç katlı betonarmeyi diktiğini görünce, nasıl sinirden ağlamaklı olmuştum... Lanet olası çimentolar…

Köy, köy olduğundan güzeldi oysa. Şehri köye taşımak neden? Damı akınca, keresteleri gece çatır çutur ses çıkarıp korkutunca güzeldi orası…

Bir de o vardı işte... O tahta ev, gece konuşurdu sanki... Aklın takılmayagörsün, sıkıysa uyu… Biri mi var, o ses ne diye korkudan ölürdük…

Köy, kapıda anahtar çevirmeyip, evinin kerestesinden korktuğun için güzeldi...

Yalan yok… Şimdi gitsen, bir haftadan sonrasına zor dayanırsın… Bağımlılıklar olmuş tavan… Onlardan kopana kadar, kıymetbilmezlik sürecek.

Ama işte çocukken... Rahmetli ananem muşmula ağacına yaptığı iki tanecik salıncakla 3 ay tutabilirdi bizi orada...

Evin iki cephesi bambaşkaydı. Birinde hemzemin, diğerinde 3 katlı… Bu ancak Karadeniz’in eğiminde mümkündü zaten. Hem düz ayak, hem tripleks…

Şimdi şarjın bitse ne yaparım derken, o zaman iki mermer taş, birkaç parça kiremit ve tükürüğün yeterdi ezdiğin kiremitle kırmızı boya yapıp saatlerce oynamaya…

Odanın yer tahtalarından birinde göz kadar bir boşluk. Aşağıda ahır. Kilimi kaldırır, ineklere bakardık oradan... Hiç koku duymazdık… Seneler sonra bir yayla evinde kalınca, ahır kokusundan uyuyamamış, sabahı sabah etmiştim resmen... Ne değişmişti? Bilmem…

Kazan odası vardı eski evimizde... Rahmetli türküler söyleyerek kuymak yapardı orada. Tepeden asılan zincirlerde, ateş üstünde kara kazan. Duvarlar kapkara… Parmakları düz duramaz olmuştu rahmetlinin... Eklemler çıkık çıkık... Hep bir şeyler eşeler... Ama o yanaklar… Al al...

Sabahın köründe dikilirdik ayağa... Annem azıcık uyusa (07.00 falan) "huh" derdi, "huh e gı oldi akşam yatarsun, habu çecukler hep kaldi aç"

Yayık da olmazsa olmazıydı evlerin... İşte o yayığı dövmek gibi hayat. Gençken güçlü, hızlı, coşkun. Sonra yorgun, ağır, kaygısız. Ömür…

Ah işte neyse... Bir karayemiş gibi damağımda şimdi tadı memleketin... Böyle buruk, garip... Hasret, çıkmaz bir karayemiş lekesi… 

2 yorum:

  1. Çok güzel bir yazı Tebrik ederim. Köy deki evimiz ve Rahmetli babamla köy evinde geçirdiğim günler geldi aklıma.. Gözlerim puslandı nedense.. Çok teşekkürler..

    YanıtlaSil
  2. güzel bir yazı olmuş, tebrikler.

    YanıtlaSil